Değişim Bir “kâinat”dinamiğidir,engellenemez

Çetin Altan
Dev aynalarını her gün biraz daha büyütüp; sabahtan akşama, "vatan, millet" nutuklarını tükürükleriyle parlatıp durmamıza karşın, 20. Yüzyılı da feci biçimde ıskaladık. Yunanistan gibi, 2. Dünya Savaşı'na da girmediğimiz halde; insanlarımızın ortalama "hayat kalitesi" kıyaslamasında, Yunanistan'ın bile 65 basamak altına düştük. 200 yıldır süre gelen Batılaşma iddialarımız da iyice havada kaldı. Düşünün ki, Avrupa Birliği'ne bugün dahi girebilmiş değiliz…
Bütün bu, kendi kendine havalar basıp duran bir palavra turşusuna benzememizin temelindeki taş kafalılığın, bir tek nedeni var:
Biz hiçbir zaman "değişim"in, bir "Kainat-Evren-Kozmos" dinamiği olduğunu algılayamadık.
Algılayamadık ki, milyarlarca galaksi, galaksilerin içindeki milyarlarca gezegen, milyarlarca güneş sistemi, dur duraksız Tanrısal bir dinamizmin değişimi ve gelişimi içindedir.
Bizim Arz yuvarlağı ise, dur duraksız bir enerjinin ta kendisi olan uçsuz bucaksız bir galaksinin içinde; sıçan boku kadar bile olmayan mikroskobik bir yuvarlaktır ve o da aynı değişimlerin içindedir.
Ya Arz yuvarlağı üstünde yaşayan insancıklar?
Onlar aynı değişimin içinde değil midir?
Bunu algılayamadın mı, tarihin silindirleri altında yavaş yavaş paspaslaşırsın…
Son 80 yıl boyunca, zaten kulluk ve kölelik koşullanmasından bir türlü kurtulamamış olan yığınların çocuklarına; neden okullarda, padişahlar da dahil, siyasal egemenlerin asla eleştirilemeyecek, tapılası bir yücelikte olduğu şırıngalanıp durdu ki?
Yeni kullar, köleler ve yeni robotlar yetiştirmek için mi?
250 yıl önce, "İnsanlar özgür ve eşit doğar" diyen, Rousseau'nun da gerilerine düşerek, çağdaşlaşma iddialarında bulunulabilir mi?
Bizler padişahlar, yahut siyasetin yüce egemenleri ile eşit olarak doğmuyoruz da; onların ömür boyu övgülerini yapıp, kıçlarını yalamak için köle olarak mı doğuyoruz yani?
Son 80 yıl boyunca böylesi bir "düşünce özgürlüğü" ortamı hiç bilenip geliştirildi mi eğitim düzeninde?
Üretimde kullanılan enerji kaynaklarının değişimiyle, toplumların yönetim biçimlerinin de sürekli değişmekte olduğu hiç getirildi mi gündemlere?
Buhar gücünün üretimde kullanılmaya başlamasının, hiç mi etkisi olmadı, tarımsal ağırlıklı ekonomiden, endüstri ağırlıklı ekonomiye geçilmesinde?
Ve büyük çiftlik sahipleriyle kırsal kesim ağalarının emrinde çalışan köylü yığınlarından, fabrika patronlarının çalıştırmaya başladığı işçi sınıflarına geçilmesinde?
Ya petrolün getirdiği yenilikler?
"Devlet benim" diyen imparatorlarla, "mutlak monarşiler"in değişiminde; kömürün, havagazının oynadığı rol gibi; petrol de, sosyal güvencelerin gelişiminde hiç mi etkin olmadı?
Şimdi de devreye giren nükleer enerji, güneş enerjisi, elektronik, otomasyon; işçi sınıfının kol gücüne dayalı üretim dönemiyle, eski sınıfsal çatışmaları ve politikaları, tarihe gömmeye başlıyor. "Ulus-devlet" modeli aşılıyor.
Başkan Clinton'un İstanbul'da, "vaktiyle Yeltsin'i bir dünya vatandaşı olarak alkışladığını" söylerken, ilk kez kullandığı "dünya vatandaşlığı" kimliğine doğru gidiliyor. Avrupa vatandaşlığı da bunun ilk adımı…
Türkiye hiçbir zaman farkına varamadı bu tür değişimlerin kökünde yatan motorun.
İnsan, rüzgar, su, kömür, petrol, elektrik gibi Kozmos verilerini, kendi yaşamını kolaylaştırmak için kullandıkça; Kozmos da insanın koşullanmalarıyla yaşam düzenlerini değiştiriyordu…
Bunu algılamış beyinlere "ilerici", "değişimci" deniyordu. O sıradaki durumları iyi olduğu için, hiçbir şeyin değişmesini istemeyenlere de "gerici", "tutucu", "statükocu" deniyordu.
Türkiye, padişahlıktan kalma bir alışkanlıkla, Hazineden geçinmeliler kadrosunun egemenliğinde; vitrinsel bir görüntü, bir imaj ve bir makyaj değişimi yaparak; sözde değiştiğini iddia ediyor, ama özde asla değişmiyordu… Böylece evrensel olgunun değişimci dinamiğiyle de çatışıyor ve anlamsız sıkıntılar içine yuvarlanıyordu.
Hem de sonunda, çaresiz değişmek zorunda kalacağı halde…