Gezi Parkından Duran Adama… * Kemal Kocabaş

Yaklaşık yirmi gün süren “Gezi Parkı” eylemleri büyük bir tartışma üreterek sonlandı ve şimdi de yaratıcı “Duran Adam” eylemiyle sürüyor. Eylemlerin bıraktığı yankılar ise basın, medya ve hayatın attığı her yerde konuşulmaya devam ediyor. Tüm yurt sathını etkileyen eylemler şüphesiz son yılların en önemli toplumsal olayı özelliğini koruyor. Aynı zamanda iktidar olma tarzına, toplum mühendisliğine, “hayatınızı ben şekillendireceğim” anlayışına, otoriterliğe, dayatmalara karşı bir itiraz üretmesi anlamında demokratik kültürümüze çok önemli katkılar sağladığı da gerçektir.

Gezi Parkı eylemleri sırasında bazı araştırma şirketlerinin yaptığı araştırmalar basında geniş olarak yer aldı. Metropoll'ün yaptığı bir araştırmaya göre; halkın %50'si AKP iktidarının giderek daha da otoriterleştiğini söylerken, AKP seçmeninin bu görüşe %27 oranında katılması ilginçtir.

Yine halkın %54'ünde hükümetin halkın yaşam biçimine ve tercihlerine karıştığı kanısı egemen. Konda'nın yaptığı araştırmaya göre de Gezi Parkı eylemcilerinin yaş ortalaması 28, herhangi bir partiye, derneğe üye olmayanların oranı %79 ve %94'ü bu eyleme örgütsel bağlılıkla değil bireysel tercihleriyle katılmışlar… Araştırmaların kısa özeti bu.

Siyasal iktidar, bu eylemler karşısındaki yaklaşımıyla sınıfta kalmıştır. Çevre, ağaç duyarlılığıyla gelişen süreci algılayamamış, gazla, ilaçlı suyla orantısız güçle bastırmış ve vicdanlar ayağa kalkarak on yıllık öfke ve birikim dışa vurulmuştur. İktidarın “faiz lobisi, dış güçler vb.” açıklamaları boşlukta kalmıştır.

Siyasal iktidar, eylem değerlendirmelerinde on yıllık sürede “Nerelerde hatalar yapıyoruz?” sorusunu kendini soramamaktadır. Örneğin 4+4+4 yasası eğitimde bir dayatma değil mi? Alkol yasağı bir dayatma değil mi? Bayram yasaklamaları, TC'nin kaldırılması, Atatürk anıtlarına çelenk konulmasının yasaklanışı bir dayatma değil mi? Bazı gazetelerde iktidar baskısıyla gazetecilerin yazamama noktasına gelmesi bir dayatma değil mi?

Bu olaylar olurken önemli TV kanallarının olayları görmemesinin medya üzerindeki bir dayatma değil mi? Üniversitelerin, yargının siyasal erkin etkisine bırakılması bir dayatma değil mi?

Başbakanın uslubu, beğenmediği heykele, sanatçılara karşı tavrı, kız ve erkek öğrencilerin nerede nasıl oturacağına ilişkin açıklamaları yaşam tarzına, sanata, kültüre karşı bir dayatma değil mi? Dört canın kaybedildiği, yirmi gün boyunca yaşamın aksadığı bu olaylar karşısında siyasal iktidarın bu soruların yanıtlarını arayarak mutlaka özeleştiri yapması gerekmiyor mu?

Tüm bu yaşanan süreç öğretici sonuçlar da üretmiştir. Siyasal iktidarın ileri demokrasi (!) denilen anlayışının içeriksizliği somut olarak tüm özellikleriyle sergilenmiştir. %50 ile iktidar olunsa bile halkın yaşamına kendi doğrularınızı “dayatamazsınız” düşüncesi topluma egemen olmuştur. Bunlar önemli kazanımlardır.

Bu süreçte siyasal iktidarın en önemli destekçileri olan liberaller kendilerine gelmiş, siyasal iktidara önemli eleştiriler geliştirmişlerdir.

Yine politik süreçlere uzak duran, iyi eğitimli orta sınıf gençler bu eylemle birlikte politize olmuşlar, sol ile tanışma süreçlerini yakalamışlar ve içinde yaşadıkları toplumun sorunlarına duyarlı bir hale gelmişlerdir. Bu eylemlerde birbirleri ile yan yana gelemeyen değişik sol gruplar ilk kez yan yana gelerek “Laik-Demokratik Türkiye” ekseninde birlikte var olma becerisini geliştirmişlerdir.

Buna bağlı olarak on yıldan beri iktidar yanlısı basında geliştirilen, tüm Kemalistler, darbecidir, ırkçıdır söylemi boşta kalmıştır, bu anlamda bir ezber de yıkılmış, anlamsız hale gelmiştir.

Gezi Parkı eylemi son yirmi günde köşe yazılarında önemli yer tutmuş ve çok önemli değerlendirmeler ortaya çıkmıştır. 18 Haziran 2013 tarihli “Zaman” gazetesinde İhsan Dağı, yazısında bu olayları komplo teorileriyle anlamanın mümkün olmadığını ifade ederek eylemcilerin “Tamam iktidar sizsiniz ama her şeyimize karışmayın, müdahale eden bir devlet değil, farklılıklara saygı duyan bir devlet” istencinde olduklarını ifade ediyordu.

AKP'ye önemli destekler veren Cengiz Çandar da “Radikal” gazetesinde 18 Haziran 2013 tarihinde “Erdoğan'a neden karşı çıkıyorum” başlıklı yazısında, Divan Oteline gaz sıkılmasına ve estirilen polis terörüne işaretle zulmü sevmediğini belirterek son üç hafta için “Tayyip Erdoğan kaybetti” değerlendirmesini yapıyor ve “Demokratik ve özgür bir ülke fotoğrafı vermeyen Türkiye'nin, bölgesine ve dünyaya örnek bir ülke olabileceğine ihtimal veriyor musununuz?” sorusunu soruyordu.

Çandar 19 Haziran 2013 tarihli yazısını da “Gezi'den sonra siyasette her şey değişecek deniyor ya; ya faşizme doğru yol alacağız, ya da özgür bir Türkiye'ye” diyerek sonlandırıyordu.

20 Haziran 2013 tarihinde “Radikal” gazetesindeki köşesinde Ahmet İnsel “Kendi korku ve vehminin esiri olmak” başlıklı yazısında:

“Baştan itibaren Erdoğan'ın şahsen yangına körükle gitmesinin en büyük etmen olduğu bu büyük toplumsal bunalımın geldiği aşamadan, Erdoğan'ı zapt edemeyen bütün AKP teşkilatı bir o kadar sorumludur. Bir kişinin doğru bildiğinin mutlaklığına olan inancının, korkularının, iktidar baş dönmesinin, psikolojik iniş ve çıkışlarının bütün toplumu, toplumsal yaşamın her alanını esir alabilmesi, sadece o kişinin sorumluluğunda olan bir durum değildir.

En küçüğünden en büyüğüne bütün yetkileri elinde toplama, her şeyi denetim altında tutma saplantısındaki bir kişiye, yanlışını açıkça yüzünü karşı söyleyemeyen ve en önemlisi bunu toplumla paylaşmayan ama bu gidişin iyi bir gidiş olmadığını bilen AKP'liler de zapt edemediklerinden sorumludur” diyerek AKP'ye yönelik değerlendirmeler yapıyordu.

Gezi Parkı eylemleri çok önemli görsel ve mizahi ürünler de verdi. Onlarca şarkı sözü yazıldı. 16 Haziran 2013 günü Gündoğdu Meydanındaydım. Meydanda çok renkli, çok sesli 20-30 bin kişi vardı…

Bir ortak müzik parçasını 20 bin kişi ve kenardaki kafelerdeki insanlar hep birlikte söylüyordu. Sıcacık bir ses tonuyla seslendirilen bu parçanın sözleri “Sık Bakalım, Sık Bakalım, Biber Gazını Sık Bakalım, Kaskını Çıkar, Copunu Bırak, Delikanlı kim bakalım” şeklindeydi. Bu şarkının önümüzdeki günlerde dillerden düşmeyeceğini düşünüyorum.
Gündoğdu Meydanındaki gözlemlerimde gördüm ki “Muhafazakar Sanat” diye bir şey olamaz… Sanat, bir yaratıcılık destanıdır. O anlamda muhaliftir, ilericidir ve yaratıcıdır… Aydınlık ve demokratik bir Türkiye özlemiyle…