2010 ve Yeni Umutlara Doğru

2009 yılının son günlerinde gazeteye “Yeni Yıl” yazısı yazmak istedim. Bilgisayarın başına geçtim. Masada üç gazete. Başlıklarda kaos, kargaşa ve belirsizlik içeren haberler var. Yarın akşam da yeni yıl. Tüm bu olumsuzluklara karşı hayata dair, güzelliklere dair umutları dillendirmek, nasıl bir yeni yıl? sorusunu birey, aile, ülke ve dünya penceresinden bakabilmek istedim.
Pazar günleri bazen Star TV’de Saat 12.30 da başlayan ve Ruhat Mengi’nin sunduğu “Her Açıdan” adlı tartışma programını izlemeye çalışırım. Bu hafta programda Prof. Dr. Yılmaz Esmer’e Ruhat Mengi yeni yıla ilişkin neler söylemek istersiniz? diye bir soru sordu. Araştırmalarıyla, hayata bakışıyla ilgili nesnel değerlendirmeleriyle Sayın Esmer “Türkiye’de herkes bu yeni yılda aklını başını alsın” şeklinde bir halk deyimiyle yeni yıla dair somut bir değerlendirme ve dilekte bulundu. 2009 yılı bir anlamda siyaset kurumu, yargı, medya ve ülkenin tüm diğer sorumlu kurumlarının “aklının başında olmadığı” sıkıntılarla geçti. Birinci dileğimiz bu. Aklın öne çıkması…

Yaklaşık 5-6 yıl önce Prof. Dr. Alparslan Işıklı İzmir’de yanılmıyorsam “Türkiye Nereye Gidiyor” başlıklı bir konferans vermişti. Bu konferansın başında bir Karadeniz fıkrası anlatmıştı. Birden onu anımsadım. Fadime ve Temel Karadeniz’in o görkemli doğasında farklı iki tepedeki köylerde yaşayan, birbirine sevdalı, iki genç insan. Temel buluşacakları zaman tüfek atıyor, sesi duyan Fadime koşarak Temel’e geliyor ve sevgi dolu, tüfekli buluşmalar uzun yıllar sürüyor. Artık evlenme zamanı geliyor. Bu sırada Temel askere gidiyor. 2-3 yıl sonra arkadaşı Cemal, Temel’i kasabalarında bir salaş meyhanede içerken ve kırgın durumda görüyor. Yanına yaklaşıyor ve o da sohbete katılıyor. Cemal “Uyy Temel ne oldu Fadime’yle evlendiniz mi?” diye soruyor. Temel bitkin ve üzgün bir şekilde yanıtlıyor: “Yok be Cemal, ben askere gitmiştim. Köyde av mevsimi çıkmış. Fadime her tüfeğe gitmiş, kötü yola düşmüş” şeklinde yanıtlıyor. Yeni yılda ikinci çok önemli dileğimiz de Temel’den. Türkiye artık Fadime gibi her tüfeğe gitmesin. Kendisi olsun. Kendi insanlarının barış ve demokrasi içinde yaşaması için gerekeni artık kendisi yapsın. AB istedi, ABD istedi diye değil yurttaşları istediği için konuşabilen, tartışabilen, hukuk devletini üretsin. Cumhuriyet gibi aydınlık bir kazanımı geliştirerek 100. Yıla taşısın. Artık ülkede korku kültürü değil, barışın, eşitliğin ve özgürlüğün kültürü egemen olsun.

Geçen hafta DEÜ-Buca Eğitim Fakültesi’nde bir arkadaşım üçüncü sınıfların Drama Dersine davet etti. Öğrenciler Drama Dersinde “Köy Enstitüleri Kapanmasaydı” başlığı altında çok iyi hazırlanmış, yaratıcı bir oyun sergilediler. Oyunun sonunda bütün öğrencilerin elinde Hasan Ali Yücel ve Tonguç’un fotoğrafları vardı. Hepimiz Yücel ve Tonguç’uz diyorlardı. Öğrencilere teşekkür ettim. Öğretmen adayı öğrencilere eğitim tarihimizin bu aydınlık, yarım kalmış mucizesini tekrar gündeme taşıdıkları için teşekkür ederek, bu oyunu bir müzikal formatıyla şiir ve müziklerle geliştirerek 20-22 Mayıs 2010 tarihlerinde İzmir’de yapılacak “Aramızdan ayrılışının 50.yılında İsmail Hakkı Tonguç öğretisi üzerinden okul öncesinden yüksek öğretime ülkenin eğitim sorunları” başlıklı sempozyumda sahne almalarını talep ettik. Buca Eğitim Fakültesinin bu güzel, genç insanlarının “enstitülüler kapanmasaydı” ne olurdu sorusu bu yeni yılda tartışacağımız önemli konulardan biri. Ülkenin eğitim sorunları gittikçe ağırlaşıyor. Siyaset kurumu bunun farkında değil. 1923-1946 arası tek parti döneminde CHP kurultaylarında en çok tartışılan konu eğitim idi. Bu anlamda bir başka dileğim de eğitim ile ilgili. Siyaset kurumunun yeni yılda kendi çocukları için daha nitelikli, eşitlikçi, parasız, laik ve bilimsel bir eğitim reformu arayışını mutlaka gündemine taşımalıdır.

Çocukluğumun Kavaklıdere’deki yoksul ama mutlu yılbaşı kutlamalarını anımsadım bu yazıyı yazarken. Gaz lambası ile aydınlatılmış, odun sobasının yandığı bir odada başta kadınanalar (nineler), halalar, teyzeler, yeğenler ve kardeşlerle cıvıl-cıvıl sevgi dolu yeni yıl kutlamaları yaşanırdı. O dönemler; elektrik, radyo ve televizyonun olmadığı yıllardı. Kestane, ceviz, patlatılmış mısır, kuru incir ve tombala oyunu bu gecelerin en önemli renkleriydi. Anlatılan “efe ve yaban öyküleri” dünyalarımıza ayrı bir zenginlik katardı. Dışarıda kar ve ayaz olurdu genellikle. Sonra ne oldu? Yıllar geçti. Toplumsal değişimler, eğitim süreçleri, çoğalmalar, refahın artışı, kalabalık aileden birim aileye geçiş, kaybettiğiniz büyüklerle köyle iletişimimizin azalması ve kent kültürüne doğru yolculuk. Yıllar sonra bu koşulları tekrar yaşamak tabii ki çok zor. Ama bu yılbaşı için mütevazi yazlığıma sırf geçmişin güzelliğini, geleneğini yaşamak adına kömürlü soba kurdum. Dün Kavaklıdere’ye giderek gittikçe yürüme zorluğu yaşayan sevgili anamı getirdim. Yarın da Ankara’dan kızım gelecek. 50 yıl öncesinin sobalı, kestaneli yılbaşı güzelliğini küçük bir aile ortamında tekrar bir duble rakıyla yaşamanın tadını arayacağım bu yılbaşında.

Yeni yılda ülkemdeki tüm yurttaşlarımın özgürce ve barış içinde yaşamalarını diliyorum. Ülkemizin çok önemli bir rengi, zenginliği olan Kürt yurttaşlarımızın artık terörle aralarına bir mesafe koymalarını, teröre hayır demelerini diliyorum. Bazı tartışmaların geride kalmasını yürekten diliyorum. 12 Mart ve 12 Eylül darbelerini yaşayan ve izleyen birisi olarak artık demokratik sürecin ülkede egemen olmasını diliyorum. Ülkeyi yönetenlerin de ülkede hiçbir insanımızı ötekileştirmemelerini, ülkenin kuruluş felsefesiyle oynamamalarını, halkın dinsel inançlarını siyasetin malzemesi haline dönüştürmemelerini, yargının bağımsızlığının sağlanmasını diliyorum. Artık Türkiye hepimizin onur duyduğu demokratik bir hukuk devleti olsun. Dinsel, etniksel ve siyasal yandaşlık yerine artık “ülkenin özgür yurttaşları” bakışının ülkede egemen olmasını diliyorum. Yeni yıl yazısında son söz Nazım’ın dizelerinde “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür/Ve bir orman gibi kardeşcesine”