Türkler ve Osmanlı * Haydar Aksakal

22.07.2013 / 00:00

“TÜRK., (Eski Türk. Türk *güç, kuvvet; güçlü, kuvvetli*)

1. Ana Yurdu Orta Asya olan, buradan çeşitli yönlere yayılarak büyük devletler kuran, Türkçe'nin değişik lehçeleriyle konuşan millet ve bu milletten olan kimse. Türk ölmeyi teslim olmaya tercih eder (Ömer Seyfeddin – Ö.T.S). Yüce dağlar gibidir gördüğün iş Türkoğlu (Yahya Kemal). Türk adı babamdan bana mirastır / Daha bundan başka adı neyleyim (Âşık Veysel – Ö.T.S).
2. Türkiye Cumhuriyeti'nde yaşayan, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan kimse.
3. (İsim tamlamasının birinci öğesi olarak) Türklere ait, Türklerle ilgili: “Türk bayrağı.” “Türk musikisi.” “Türk dili.”
4. Köylü: “Türk ne bilir bayramı, hürp hürp içer ayranı. “Böğürtlen açılsa bağ oldum sanır / Türk şehre gelse beğ oldum sanır (…). Evinde çul döşenen Türk şehr-i azimin tabakat-ı muhtelife ve ahvalini ne bilsin (İsmail Hakkı Bursavi).
Türkçe, Ural Altay dil ailesinin Altal dilleri dalına, yapı bakımından eklemeli diller gurubuna giren, Türkiye'de ve Türkler'in hâkim olduğu ülkelerde konuşulan dil, Türk dilidir.” (1).
“OSMANLI, Osman Gazi tarafından 1299 yılında Anadolu'da kurulup 1. Dünya Savaşı'ndan sonra yıkılan ve birçok devleti hükmü altına alarak Asya, Avrupa, Afrika kıtalarında çok geniş bir alanda altı yüz yirmi üç yıl hüküm süren büyük Türk devletidir.” (2)
Yunus Emre, yüzlerce yıl önce seslenmiş “72 milleti bir görmeyen bizden değildir” diye…
Osman Gazi'ye, kuracağı devletin ileride büyük bir imparatorluk olacağı, devrin bilge adamları tarafından müjdelenmiş ve Anadolu topraklarında yaşayan tüm kavimleri bir isim altında, “Osmanlı” şemsiyesi altında yönetmeye talip olmuştur. Osmanlı Devleti, başlangıçta hak ve adaletten yana, hukukun üstünlüğünü kabul ederek icraatına başlamıştır. Kuruluş dönemindeki koşullarda geçerli olan, komşu ülkelere saldırma, onlardan savaş tazminatı ve ganimet alma esasına dayalı bir strateji uygulamıştır.
Güçlenip zenginleştikten sonra harem teşkilatını kurmuş ve Osmanlı'nın genetik yapısı bozulmaya başlamıştır. Irk ve kan birliği bozulmuş, bilgelik ve yetenek göz ardı edilmiş, kardeş kavgaları devletin yönetimini zayıflatmıştır.
Kadın sultanlar arasında Osmanlı saraylarında çeşitli entrikalar kurulmuş ve yabancı sultanların bir kısmı, yönetimde ön plana çıkmıştır. Osmanlı İmparatorluğu'nda ki bu kan yabancılığı son padişaha kadar devam etti.
“Bütün kadın sultanlar, bütün padişah anaları, hep yabancı ırklardan alınan köle kadınlardan geldiler. Hanedanda bu kan yabancılığı, Osmanlı İmparatorluğu'nun son padişahına kadar devam etti” (3) Şevket Süreyya Aydemir, Makedonya'dan… C.2, s. 440.
Halife olan padişahlar, tüm insanları ümmet çatısı altında birleştirmek arzusu yüzünden, yönetimi altında bulunan Türklere her hangi bir ayrıcalık tanımamış, onları “yönetimi altında bulunan ve özellikle “Türk” kimliği taşıyan yönetilenleri tıpkı bir sürü gibi yönetmeyi yeğlemişlerdir. Burhan Oğuz'dan aktarılan, Şakir Keçeli, a. g. v, s. 118
Osmanlı şairi Nef'i; “Tanrı, Türk'e irfan çeşmesini yasaklamıştır” demiştir.
Osmanlı Tarihçisi Naima; yazdığı tarih kitabında: “nadan (kaba), idraksiz Türk, hilekâr Türk ifadelerini kullanmaktadır. (4) Naima, Mustafa Efendi, Tarih-i Naima, Türkçeleştiren: Zuhuri Danışman, İstanbul, C.1, s.168, 238, C.2 s.536. C.3, s.1180, C.4 s.169.
Yavuz Sultan Selim, Mısır seferinde halifeliği aldıktan sonra, yönetim ile Türk ulusu arasında anlayış ve ideoloji farkı ortaya çıkmıştır. Şeriatçı anlayış üst yönetime egemen olmuş, Anadolu'da yaygın olan Alevilik sayesinde Türk dili korunmuştur. Yönetim, Anadolu'yu dil olarak Araplaştırmak ve Acemleştirmek istemiş, halk karşı çıkmıştır. Anadolu'da Yavuz Sultan Selim zamanında 40.000 Türk öldürülmüş, Osmanlı İmparatorluğu halktan kopmuştur.
(Çetin Yetkin, Türk Halkı, s. 161.
“Osmanlı düşüncesinde, “kavmi necip” olarak görülen Araplar karşısında Türk ulusu aşağılanmıştır. 1912 yılında Sebilürreşt dergisinde çıkan bir yazıda; “Türk” deyiminin kullanılması, dinsizlik, kâfirlik sayılıyordu. “Türk hükümeti”, “Türk ordusu”, “Türk ülkesi” deyimlerinin Osmanlı halkı üzerinde rahatsızlık yarattığı biliniyordu. 1913 tarihli “Mecmuai Ebuzziya” dergisinin 94. sayısında; “Bizim Türklüğümüz sembolizmden başka bir şey değildir. Bizler yani Türkler Müslümanlık içinde erimişizdir. Türk falan değil, sadece Müslüman'ız.” Üniversite profesörlüğü de yapmış olan Ahmet Naim, 1913 yılında yazdığı “İslam'da Davai Kavmiye” adlı kitabında, Türk'e karşı savaş açmış ve “Türkün geçmişini bilmesine ve öğrenmesine lüzum ve ihtiyaç yok… Gerekli olan şeriatı öğrenmektir,” demiştir. 1919-1920 yıllarında Şeyhülislamlık görevine getirilmiş ve Padişahla birlikte ülkeden kaçmak zorunda kalmış olan Mustafa Sabri Efendi ise, Türk'e Türklük benliği vermek isteyenlere “soysuzlar” yakıştırmasında bulunmuştur. Mustafa Coşturoğlu, a.g.y., s.278, 279.
“Türk” kimliği, İstanbul'dan uzakta, savaştan savaşa asker toplanmak için hatırlanan Anadolu köylerinde dili, kültürü ve töreleriyle yaşamıştır. Bozkurt Güvenç, Türk Kimliği, s. 22, 23
İstanbul'un fethinden sonra, Osmanlı yönetimi, devletin üst düzeyinde bulunan yürütme organlarına ve devlet adamlarının yetiştirildiği Enderun okullarına Türkler alınmamıştır.
“İstanbul'un alınmasından 4. Murat'ın ölümüne dek geçen 187 yıl içinde, devşirmelerden 66, Türk kökenlilerden de 10 kişinin sadrazamlığa atandığını, aynı dönemde devşirmelerin toplam 167 yıl, Türk kökenli sadrazamların da 17 yıl görev yaptığı gerçeği, Türklere yaklaşımı gösteren ayrı bir kanıttır. Padişahlar, yakın korumalarını da hep devşirme (kul-köle) olanlardan seçmişlerdir.” Hikmet Bayur, a.g.y., s.17
12. yüzyıl ortalarında Türk dili, kültürü ve geleneği ile bütünleşen tarikatlar Anadolu'da yayılmaya başladı. “Bu tarikatlar içinde, Türk kökenli olanları, doğal olarak Arap kültürü görmüş olan medreselilerce aşağılanmaya çalışıldı. Bu koşullar altında Türk halkı kendi yurdunda aşağılanmış oldu. “Kaba Türk”, “Anlayışsız Türkler”, “Pis Türkler” gibi önyargılar dönemin özelliklerinden oldu.” Özer Ozankaya, Türkiye'de Laiklik, İstanbul, 1990, s. 253.
“Yabancılar, Türkleri “yaklaşık 1000 yılına kadar Arapların esiri olan Türkler dağ insanı niteliğinde bir kavimdir” şeklinde yorumluyordu. Warshew'den aktaran, Bozkurt Güvenç, a.g.y., s. 311. şeklinde yorumluyorlardı.
“1874 yılında “Dünya Tarihi” kitabının yazarı, Askeri Okullar Bakanı Süleyman Paşa, “Osmanlı devletin adıdır, milletimizin adı Türk'tür” görüşünü savunmasına karşın, bu düşüncesini kendi kitabında bile kullanmaya cesaret edememişti.”
Bozkurt Güvenç, a.g.y. s.26.
“Abdülhamit'in Araplara ve İslamiyet'e dayanan siyaseti, Türkü, Türkçüleri baş düşman olarak görmekteydi. Onun zamanında “Türküm demek, Türk'ten söz etmek büyük suçtu”. Esat Kamil Erkut, a.g.y., s.63.
Osmanlı devletine ait kamu belgelerinde, Türkçe sözcüğe 1876'da yapılan Anayasaya kadar rastlanmadı. Osmanlı yönetimi, kendilerini Türk olarak görmedi. Türk kökenliler azınlıkta kaldı. 1897 yılında Anadolu'yu gezen bir İngiliz gezgini; “Türk adı nadiren kullanılır, onun iki yoldan kullanıldığını işittim; ya bir ırkı ayırt eden deyim olarak, yâda hakaret deyimi olarak” diyor. Türk halkı, Türk-Yunan Savaşı'nda zor dönemler yaşadı. Ulu Önder Baş Kumandan Mustafa Kemal Atatürk sayesinde Türk ulusu özgürlüğüne ve demokrasiye kavuştu. Türk'e Türklüğünü, dünyaya insanlığını anımsattı…
Türk aydınlarından Ziya Gökalp diyor ki:
“Sorma bana oymağımı boyumu,
Beş bin yıldır millet gibi yaşarım…
Deme bana Oğuz, Kayı, Osmanlı,
Türküm, bu ad her unvandan üstündür,” diye haykırıyordu.
Kaynakça: (1-2) Kubbealtı Lugatı, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, İlhan Ayverdi, 3. Baskı, 2008, Mas Matbaacılık A.Ş. İstanbul