Onat Kutlar * Bedriye Aksakal

14.01.2015 / 00:00

11 Ocak Onat Kutlar'ın ölüm yıldönümüydü. İstanbul'un göbeği sayılan Taksim The Marmara'da, Opera Pastanesi (30 Aralık 1994) kalabalıktı. Kutlar çok sevdiği karısı Filiz ile evlilik yıldönümlerini kutlayacaktı. Masalar doluydu. Saat 18.45'i gösterirken bir bomba patladı.Camlar kırıldı. “İstanbul'un göbeğinde yaşam durdu..” Saat 18.45'ti.

Yasemin adlı genç kız yaşamının baharındayken hemen orada öldü. Onat Kutlar ise yaşamak için on bir gün direndi.

Türkiye'de kolay yetişmeyen ve Türk edebiyatında okuduğum en güzel öyküleri yazan, dizeleriyle de insanın ufkunu açan şair Kutlar,11 Ocak 1995 günü okurlarını öksüz bırakarak, sessiz gemisine binip dünyadan uzaklaştı.

Yapıtları, “İshak” 1960'da TDK öykü ödülünü kazandı. Denemelerini 1984'te “Yeter ki Kararmasın” adlı kitabında topladı. “Bahar İsyancıdır” 1986. 1981'de ilk şiir kitabı “Pera'lı Bir Aşk İçin Divan”, 1986'da “Unutulmuş Kent” yayımlandı.

Sinema yazılarını ise 1985'te 'Sinema Bir Şenliktir'de topladı.

Onat Kutlar, “On Yedi Yıl Sonra” yazısında diyor ki:

“Yeniden giriyorum yazıya. Ülkeme, çocukluğumun kentine döner gibiyim. Kağıtların Akdeniz'ine, esinlerle ürperen çayırına harflerin, anlamın derin vadilerine, kitapların kalabalık sokaklarına… Doyulmaz bir rahatlık, güven. Kendi dilimi konuşuyorum çünkü. Küçük bir kaygı yok değil. Müsrif oğlunu nasıl karşılayacak yazıların piri?

Bilenmiş bir bilinçle birlikte. Çocukluğumun sokakları, evleri, bahçeleri hemen hemen aynı. Ama boyutlarına bakıyorum, çok değişmiş. Şu küçük alan bana uçsuz bucaksız gelirdi. Şu iki adımlık semt ne kadar uzak. Nasıl da güzeldi şu kız. Şu avlu ne kadar derindi. Geleceğin düşleri bile sığardı içine.

Şimdi biliyorum. Yeryüzü iyice değişiyor.

Kan , duman ve alınteriyle. Nicedir kapımızı zorlayan rüzgarın bıçağı eski kentlerin üstündeki sisisıyırınca orada da, görüyorum, herşey bildiğim gibi değil. Başka tohumlar da vardı orada. O zamanlar ne ekip biçtiklerini iyi bilmediğim çiftçiler. Yoksa nasıl açıklayabilirim kale duvarlarına dişlerini geçirmiş ağaçları?

İshak'ı yirmi yaşlarındayken yazdım. Büyük kente yeni gelmiş bir taşralıydım o sırada. Bereden ve kaşe kumaşlardan hoşlanır, faulkner'i Fransızca'dan, hafız'ı Farsça'dan sökmeye çalışır. Goldbergçeşitlemelerini severdim. Ama Kadırga Yurdunun Sibirya koğuşunda , Fatih'te Arabın kahvesinde gürültü ve soğukta yazdığım öyküler hep çocukluğumun kentiyle ilgiliydi. Antep…”

Neyire Gül Işık'ın dediği gibi:

“Türkiye'nin gerçekten dürüst, gerçekten laik, ciddi ve alçakgönüllü bir avuç aydından biriydi…

Yaşama böylesine bağlı bir sevgili dost, söyleyecek onca şeyini kendisiyle birlikte götürerek aramızdan koparıldığında diyecek ne kadar çok şey çıkıyor.

Ne var ki tarihsel anın ağırlığı olanca boğuculuğuyla insanın üstüne çullanıyor, kesiyor sesini.

Tüyler ürpertici bir dehşet çığlığı koparmak dışında, ne deseniz hafif kalıyor….”

Şairimizi kendi şiiriyle saygıyla analım:

“Bir ülkeye binmişim adım ne bilmiyorum
Irmaktan geçsem gerek kör karanlıktayım
Yapışmış bir yanından bir satrap kıtasına
Ülke ve elimde ucu yanık pankart sapıyla
Donuk köylü heykelleri kıyıda ve Atatürk
Karababa barajının suları durmadan yükseliyor
Uzun sürecek anlaşılan tufan ırmaklar bekleyecek
Denize yol veren dağlar delinecek önce, çocuklar
Ve bir kadın sığınmış yorgun kırlangıçların
Hüznüyle neden hepsi durmuş bana bakıyor
Neden bakıyor köylüler çocuklar ve sevdiğim kadın
…”