Dayatmalar KÂbusu

Prof.Dr.O.Sinanoğlu – Orkun Dergisi – 01.04.2002

( Aşağıdaki yazı Sn.Prof.Oktay Sinanoğlu'nun Orkun Dergisine yaptığı roportajdan alınmıştır.)

Bugünlerde hep, yıllar önce gördüğüm bir kâbusu hatırlıyorum. 1960’lardaydı. Bir gece, ateşim de çıkmış, baygın gibi uyuyakalınca bir kâbus gördüm. Korkulu rüyamda kendimi 40 yıl sonra İstanbul’da buldum. Zaman değişmiş, sokakta yürüyorum, tüm dükkân isimleri İngilizce. Girip bir dükkâna sordum. Hayrola, bu dükkân kırk yıl evvel de vardı, ne oldu? Güzel bir isminiz vardı, “Gül Bahçesi” gibi bir şey. Şimdi “Beauty Land” olmuş. Yoksa el mi değiştirdi? Yeni sahibi Amerikalı mı? Hayır, dedi dükkâncı, o zaman babam vardı, ben oğluyum. “Peki, birçok iş yerinde de böyle adlar fark ettim. Tuhafıma gitti, yıllardır burada yoktum da.” Muhatabım, yarı İngilizce adları garipsediğime şaşırır, yarı da hafif hüzünlü bir ifadeyle izah etti, eksik olmasın:

“Ben okuldayken bir ‘Kolej’, bir ‘Anatolia (Anadolu) Lisesi’ furyası başlamıştı; herkes çocuğunu, Türkçe ile eğitim yerine tüm derslerin İngilizce olarak verildiği okullara göndermeye can atıyor, çoluk çocuk, giriş sınavlarına hazırlanıyoruz diye, akşam karanlıklarında, hafta sonları, dershaneler önünde sefil oluyorlardı. Babam Türk geleneklerine ve de Atatürk’e çok bağlı bir insandı, uzun müddet direndi. O okullara, ‘İngiliz taşaronu yerli Hristiyan misyoner okulları’ diyordu. Orta okulda, ben Türk okuluna (yani Türkçe eğitimli okula) gittim. Gerçi bundan çok utanıyordum; konu komşu, arkadaşlar beni küçümsüyor, bazıları bu talihsizliğime acıyorlardı. Liseye başlayacağımda, babam bir de baktı ki, Türk Lisesi kalmamış. Topunu İngilizce yapıvermişler. Mecburen ben de “The New Byzantium College”a gittim. Okul, devletin “Küresel Eğitim Bakanlığı”na aitti, nispeten ucuz. Fakat derslerden hiç bir şey anlamadığım, İngilizce edebiyatına, Amerikan tarihine, Amerikan pop şarkıcılarının uyuşturucularla sona eren hayatlarına pek meraklı olmadığım için, kısa süre sonra okulu terk ettim. O gün bugün dükkânımızda çalışıyorum” Adı Aliymiş, ben hayretle, tedirginlikle dinliyorum. O da anlatacak adam arıyormuş herhâlde. Bir çay getirdi, sallama Lipton çayı, yurt dışındayken nefret ettiğim, ne tadı, ne kokusu olan, plastik bardakta boya bir “çay”. Allah Allah, diyorum, bizim nefis Rize çaylarına ne oldu? Demedim tabiî, ayıp olur. Sonradan öğrendim ki, çay üreticileri “küreselleşme”, “özelleştirme”, “devleti küçültme” lâflarıyla batırılmış. Tekel idaresi dağıtılmış. Bu çay bozuntusu da Amerika’dan ithal. Onu da herkes alamıyor, kaynatıp çay niyetine sıcak su içiyormuş halk.

Ali, (adı da artık “Aly” diye yazılıyormuş, duvardaki İngilizce, belediyeden ruhsat tebelâsında gözüme ilişti), devam etti:

“Her gün basın-yayında, -ki çoğu yabancıların elindeydi-, İngilizce bilmeyenin adam olmadığı, Türkçe diye bir dil kalmadığı, Afrika’daki kabilelerin dili gibi bir dil olduğu, küresel olmak için resmî dilimizin İngilizce’ye dönüştürülmesi gerektiği anlatılıp duruyordu. Çevremde bir tek babamın kahrolduğunu görüyordum. Kimsenin umurunda değildi. Önce dergilerin, gazetelerin isimleri İngilizce oldu, sonra sayfalarının bazıları, derken tümü. Zaten içlerinde pek okunacak bir şey de yoktu ya. Okuyup kısmen anlayacak da azdı. TV’lerde öyle, bilgilendirici, ülke sorunlarının tartışıldığı, açık oturumlar, söyleşiler azaldı azaldı, sonunda tamamen kalktı. TV’ler tümüyle yabancı şirketlerin olmadan önce bile, öyle programların, hele Türk kültürü, tarihi, Kurtuluş Savaşı, Atatürk gibi konuların sessizce bir yerlerden yasaklandığını haber aldık. Açık saçık programlar, uyuşturucuya özendiren filmler, vahşi yaygaralardan ibaret yabancı “rock” müzikleri, yabancı bira ve alkollü içki reklâmları arttıkça arttı. Orta okul çocukları, gençler ellerinde, gazozdan daha ucuza satılan büyük bira şişeleriyle dolaşır oldular. Bir genç alkolikler ordusu türedi, uzun saçlı, küpeli, dövmeli, gece yarıları sokaklarda bağrışan bir ordu. Duruma itiraz edenler, meslek sahibi iseler, aforoz edilip bir kenara atıldılar. Yazanların, konuşanların bazıları, “irticacı”, “tedhişçi”, “Yeni dünya düzeni karşıtı” gibi yaftalarla hapishanelere atıldılar. Yahu nasıl olur? Yıllar önce ben buradayken hiç öyle şeyler yoktu, gençler saygılı, terbiyeliydi, dedim. Ah, sorma beyim dedi Ali, daha neler oluyor, bilsen alışamazsın. Peki, dedim, “ilk soruma dönersek, sizin dükkânın adı niye Türkçe olarak kalmadı? Baba-oğul o kadar bilinçli olduğunuza göre. Kusura bakma, seni mahcup etmeğe çalışmıyorum” Ali: “Yok, iyi ki soruyorsun. Derdimi anlatacak kimseyi bulamıyorum” deyip ekledi:

“Önce konu komşu esnaf özendi. Öyle ya, okula gitmişse yarım buçuk Tarzan İngilizcesinden başka bir şey öğrenmemiş. Yalnız İngilizce bilen, adamdan sayılıyormuş ya, o da itibar kazanmak için, “kolej”e falan gitmiş olduğunu belirtmek için, veya öyle zannedilsin diye, dükkânının üstüne, çoğu kez mânâsını bilmediği bir takım İngilizce lâflardan tabelâ astı. Kısa sürede bu öyle yaygınlaştı ki, İstanbul’da Türkçe adlı dükkân, işyeri parmakla gösterilecek, sayılacak kadar azaldı. İşin garibi, memlekette, ata köyümüze kadar aynı durum olmuş. Babam direndi, illâ değiştirmeyeceğim diyor, “Ulan, burası sömürge oluyor” diye bağırıyor. Fakat bir gün, kapıya, kasketlerinde “New Byzantium Municipality” yazan, -”Yeni Bizans Belediyesi” demekmiş-, iki tane zabıta geldi; bize 2500 dolar ceza kestiler. Babam çırpınıyor, korkuyorum, kızıp götürecekler. “Sakin ol baba”, diyorum. Sonra bir hışım, “on gün içinde İngilizce tabelâ asmazsanız, dükkânınız kapatılacak ve müsadere edilecektir” deyip gittiler. Tanıdık bir avukata sorduk. “Aman hemen dediklerini yapın, yoksa işiniz kötü, bilinçli olarak direniyorlar derlerse hapse bile atılabilirsiniz. KKMF’nin “(“Küresel Kraliyet Para Fonu”) üç ay evvel dayatıp apar topar geçirdiği yasalar arasında bu da var. Ha, ona göre!”. Ne yapalım dövünmekten başka; üstelik bize hak verecek bir tanıdık bile bulamıyoruz. Sonunda biz de, bir sürü masraf edip, nah şu gördüğün rezil tabelâyı astık. Allah hâlimize acısın”.

Vah vah, dedim Aly’e, ne diyeyim? Üzülme, Allah büyüktür, bu dünya kimseye kalmaz. Sonunda hainler er geç belâlarını bulacaklardır, gibilerden teselli etmeye çalıştım, tabiî kendimi de. Vedalaşıp ayrıldım. Kadıköy iskelesine doğru yürüyorum. Belki denize bakarsam içime biraz huzur gelir.

Yıllar önce denize nazır, kalabalık, tabureli çaycılar vardı. Kalmamış, simitçiler de görünmüyor. Yıkıntı bir duvar üstüne iliştim, bir iki tane yolcu motoru. O Şirket-i Hayriye’den beri devam edegelmiş şehir vapurları da ortalıkta yok. (Bir ara birine sordum, o da özelleştirildikten sonra batırılmış). Kadıköy’ün eski canlılığı yok. Melül melül dolaşan hırpanî birkaç kişi. Caddeler tenha. Arkadaki benzin durağının önünde kırık dökük, paslı, her biri en az on beş yıllık bir arabalar kuyruğu. Benzin bulunmuyormuş. Kışın da ahali bayağı bir yakıt sıkıntısı çekmiş. Neyse ki şimdi hava iyi. Gene sonradan sorduğum biri durumu aydınlattı: KKMF’nin dayattığı bir dizi yasa hemen geçmeyince, dış güçler hem taşyağını (yani neft, petrol), hem de doğalgazı kesmişler. Âdi kömür, linyit bile bulunamamış, eskiden Türk Devleti’nin olan tüm madenler arasında bunlar bile “özelleştirilip” yabancılara yok pahasına satılmış olduğundan. Onlar da linyiti bile vermiyor. Zaten artık, o eskiden bildiğim dış güçlerin tamamı “Küresel Kraliyet” tarafından idare ediliyormuş. Fakat sorduğum kişinin dediğine göre, hükûmet yakınlarda KKMF’nin dayattığı son dizi yasaları da geçirivermiş de, sıkıntı biraz giderilecekmiş. Haber doğruysa. Bu basına güvenilmez diyor adam. Zaten KKMF de dayatmaları yapılınca daha borç veririz falan diye vaad edip edip, istediği olduktan sonra sözünü tutmazmış. Yeni bir dizi dayatmalarla gelirmiş. Böyle yapa yapa hiçbir şeyimizi bırakmamışlar. En son yasalaşıveren dayatmalar arasında, resmî dilin “küresel İngilizce” (sulandırılmış Tarzan, yahut Afrika İngilizcesi demek oluyor) yapılması, gizlice çocuklara Türkçe öğretmeye kalkışanlara ağır ceza müeyyideleri, Türkiye’deki Türkçe kent, kasaba, köy, dağ, dere, tepe isimlerinin Lâtincemsi ya da eski Yunanca’yı andıran İngilizce isimlere âcilen çevrilmesi, şahıs ad ve soyadlarının ilk aşamada İngilizce imlâya göre yazılması zorunluluğu (“Aly”de olduğu gibi), kişisel arsa, bina, ev veya apartıman dairesi konutlarına dolar cinsinden ağır vergiler konması, yabancıların bu malları satın almak istemeleri hâlinde kendilerine öncelik tanınması, vb… Yeni bir dizi dayatma yasası da yoldaymış, vay canına. Çok yerde yabancılar için yerleşim bölgeleri seçilmiş, oralarda hükûmet KKMF’den alacağı yeni kredilerle yabancılar için konutlar, daha alt tabaka yabancılar için de toplu konutlar inşa edecekmiş…

Yatakta ateş içinde sağa sola çırpınırken kan ter içinde uyandım. Ne kâbus, ne kâbus. Neyse ki korkulu bir rüyâdan ibaretmiş, diye sevindim ama, günlerce, aylarca bu kâbusun etkisinden kurtulamadım. 1960’lardan sonra, belki ‘90’lara kadar kâbus zaman zaman aklıma geliyor, sanki o kâbusu bir daha yaşıyordum. Bir titreme alıyordu vücudumu. Son birkaç yıldır artık unuttum zannediyordum. Ama, son birkaç aydır çok sık aklıma gelmeye başladı. Bazen uyumadan önce âdeta niyetleniyorum: Bir rüya daha görsem, Türkiye’de tüm halkın uyandığını, millî birlik ve beraberliğin yeniden tesis ediliverdiğini, ulusal hedeflerin saptanıp oralara doğru devlet-millet elele hızla yüründüğünü, şanlı tarihimize yaraşır itibar ve haysiyetimizi dünya yüzünde yeniden kazandığımızı düşlesem bari bu gece, diyorum. Nasip olur inşallah.