Agana Belea ile Doğum Olan Ölüm Üstüne * Ahmet İnam

Ölümden geliyoruz. Önce ölüm var. Önce gelecek. Ölümden doğuma doğru gidiyoruz. Önce ölüydük. Bir olanaklar varlığı olarak insan, olanaklarını gerçekleştirmemişti. Gerçekleşmeyen olanaklar gelecektedir. Gelecekteki olanaklar gerçekleştikçe geçmişe doğru gideriz. Gelecek şimdi olur, şimdi geçmiş. Bitimli ömür süremizin sonunda sandığımız ölüm, bu açıdan baştadır, ölümden geliriz dünyaya.
Yaşadıkça, doğa, toplum, kültür tarafından donatılırız, olanaklar giderek gerçekleşir. Sonunda biter. Yaşam öykümüz ölümle bütünleşir, işte bütün bir varlık olarak o zaman doğarız; bütün bir yaşamı sunarız hayata. Son nefesimizdeki sözümüz: “doğdum” olabilir. Yaşarken, “yaşlandıkça, doğuma yaklaşıyorum” diyebiliriz. Belki ince bir “ironi” var burada; ölümle doğumun yerlerini değiştirerek, ölüm açısından, kaygımızdan kurtulmaya mı çalışıyoruz? Bir ölüm “güzellemesi” mi yaptığımız?
Zamanı yaşayışımızda, yorumlayışımızda, ölümle doğumu karıştırmaya yol açabilecek özellikler var: Geçmişten geleceğe doğru gittiğimizi düşünüyoruz. Geçmiş yaşanmış, bitmiş, “belli olmuş”tur; gelecekse bilinmeyen, henüz belli olmayandır. Bu bakış, olmuş bitmişlikten, bir yorumuyla belirlenmişlikten, geleceğe doğru, belirlenmemişliğe doğru gidildiğini varsayıyor. Oysa, insan olanaklar varlığıdır. Olanaklar ise gelecektedir. Gelecekten geliyoruz sözü, olanaklarımızı gerçekleştirerek yaşıyoruz sözüne götürüyor bizi. Kendinizi oluşturarak, kurarak, kurgulayarak yazıyoruz. Kurgulama işi,alışılagelmiş anlamıyla “ölümde” bitiyor. Bir ressam gibi tamamlıyoruz yaşamayı, ortaya yaşamımız, yaşam resmimiz çıkıyor.
Yaşam, benim yaşamım; ölüm, benim ölümüm. Benim yerime kimse yaşayamaz, ölemez, deniyor. (Heidegger!) Oysa, hiçkimse bir başına değildir; bir kişi değildir. Beni yalnızca ben yaşamıyorum; beni yaşayanlar var (benimle ilişkisi olanlar, beni düşünenler, duyanlar?) Onların düşüncelerinde, düşlerinde yaşıyorum. Ben, “içimde” dünyayı taşıyorum: Sonum geldiğinde, benim deyimimle doğduğumda, alışılmış deyimle öldüğümde, içimdeki dünya son buluyor; ama, dünyaya bir dünya bırakıyorum; dile getirdiğim, kendimle, oluşturduğum ilişkilerimle, anlattığım duygu ve düşüncelerimle, dostluklarımla, düşmanlıklarımla dünyaya, dünya bırakıyorum. Dünyam tamamlanıyor, sonuçlanıyor, ama ben bitmiyorum, gelecekten, geçmişe doğru yolculuğumda geleceğimi tüketiyorum artık; artık bende gelecek kalmıyor; artık tümüyle geçmişin oluyorum. Yaşarken, geçmişe değiyordum, bir “parçam” geçmiş, bir parçam tüketilmemiş olanaklarımdan meydana gelen gelecekti, şimdi, bittim, geçmiş oldum: Bir çiçek gibi bittim, dünya toprağında, açtım.
Zaman akışını böyle yorumlayış, yaşamı, ölümden yola çıkarak doğumla bitiriş, yaşamın iki temel boyutuyla ödün vermez biçimide karşılaşmaya götürüyor beni: ahlak ve güzellik boyutuyla. Yaşarken doğmaya hazır olarak yaşamalıyım. Doğumuma hazırlanmalıyım. Bir gün doğacağım, ortaya çıkacağım, insanların dünyalarına, düşüncelerine duygularına çıkacağım. Adam (Adam: Hem erkek, hem kadın!) gibi yaşamalıyım. İnsan gibi. Doğacak gibi yaşamalıyım. Açık uçlu bir Yaşamla : Doğumumu hazırlamalıyım. Ne denli başarabiliyorsam. Geçmişin geri dönülemezliğine gitmemiş gelecek olanağımla, doğumumu hazırlamalıyım. Kendimin ebesi olmalı, kendimi doğurmalıyım. Doğuşum, insanlığa bir katkıdır, sorumluyum kendimden ve insanlardan, sorumluluğum beni güzel olmaya götürüyor, kendimi güzel ve sorumlu doğurmalıyım. Ne denli başarabilirsem, o denli sorumlu, o denli güzel. (Bu sorumluluk ve güzelliği burada tartışamıyorum!)
ÖLÜMDEN NE ANLADIĞINI SÖYLE: NASIL YAŞADIĞINI SÖYLEYEYİM
İşte ölüm hakkındaki her konuşma gibi, bu konuşma da yaşam hakkında bir konuşmaya dönüştü. Bilinç yaşayamaz ölümü. Sonunu yaşayamaz. Sonunu sezer. Nasıl? Ötekinin, diğer bir insanın öldüğünü görerek. İnsanlık tarihi ölmeyeceğini sanan insanlarla doludur. Ölüm kaygısının kültürel olduğunu, öğretildiğini düşünüyorum. Bilincin yapısından “genlerden gelen”, bir kaygı değildir. Ölüm hep yaşamın içindedir, ölüm yaşama dahildir, yaşam da ölüme. Ölümü, yaşamın doğal bir sonu, giderek benim burada savunmaya kalkıştığım gibi, başlangıcı sayan bir bakış, ölüme nasıl yaklaşabileceğimize ipucu olabilir belki.
Elbette karşı çıkılacak çok nokta var burada: Hem de pek çok. Ölüm kaygısı ortadan kaldırılabilir mi? Ölüm acısı? Sevdiklerimizin ölümü? Kendimizin bir gün öleceği ya da ölüme çok yakın oluşumuzun kaldırılamaz ağırlığının omuzlarımızdaki baskısı, ölüm güzellemeleriyle giderilebilir mi? Kim ölüm kaygısı olmasın diyor ki? Acı hep var, olacak, olmalıdır da. Doğumun sancısız olduğunu kim söylüyor? Doğmaya gidiyoruz. Yaşamak doğuma yatmaktır, doğuma gitmek. Kaygıları unutmak, varlığımızın diplerinden gelen iniltileri unutmak değildir, yaşamak. Güzel ve sorumlu yaşamın olanca zenginliğiyle yaşanmasında, düş kırıklıkları, yitirmeler, felaketler, yoksulluklar, yoksunluklar olacaktır. Onlarla yüzyüze gelme cesareti, bir gün doğacak oluşumuzla karşı karşıya gelme cesareti, “tüyüp”, “sıvışılacak” bir yaşam ayıbını hep yüzümüze vurmaz mı?
Uç noktada ölüm, doğumdur. Doğuma hazırlık, bir “imaj” yaratma hazırlığı değildir. İmaj, doğumda işlemez. İmaj, doğumu kurtarmaz. Doğumun ontolojik yapısına cila vurulamaz. Doğum, alaşılmış anlamıyla adildir: Herkese gelir. Dünyaya kattığımız dünyanın cilalanmış olması, yaşananın sahiciliğini örtemez. Geride kalanları aldatabilir miyiz doğuşumuzla? Belki. İmaj kazınabilir. İmajın ardında duran bir ömrün öyküsü, bu öykünün sahiciliği öğreticidir. İmaj kaçınılmaz olursa, hiç değilse gerçeğe yakışmalıdır.
AGANA BELEA : KENDİMİZE VE TANRILARA ATTIĞIMIZ TATLI OKLAR
Alışılmış anlamıyla ölümün doğum olabilmesi, doğacak cesareti ve ustalığı gerçekleştirebilmemize bağlıdır. Doğacak biçimde yaşayabilmek, doğanın, toplumun, toplumsal-ekenomik yapısının belirlenimlerine karşı, bir anlamıyla yazgımıza karşı verilen savaşımla olanaklıdır. “Tatlı Ölüm”, eski Yunan destanlarında geçer, Tanrıların bir lütfudur. Acı çekmeden, zamanı gelince, tanrıların yardımıyla ölümdür. Böyle bir anlayış, bir yanıyla, yazgı karşısındaki yetersizlikten, çaresizlikten gelmektedir. Tatlı ölüm, tatlı yaşamla olanaklıdır. Tatlı yaşam, sorumlu, güzel yaşamdır, doğulan, doğurulan, kendi ayakları üzerine doğrulan yaşamdır.
Eski Yunan destanlarından, Homeros'un Odysseia' ve İlyada'sında “tatlı oklarla” ölümden söz edilir. (Örneğin İlyada, 24.759, Odysseia, 3.280, 5,124, 15:411) Okları atan Tanrı Apollon'la Tanrıça Artemis'dir. Apollon erkeklere, Artemis kadınlara atmaktadır oku. Örneğin Odysseia'nın 15.kitabında Syros adasında geçen bir olay anlatılır. Bu adada yaşam “zengin” bir yaşamdır; Sığırlar besili, şarabı, buğdayı boldur. Kıtlık görmemiş bir adadır. Bu adada insanlar ihtiyarlık çağına gelince Apollon ve Artemis'in tatlı oklarıyla (Agena Belea) vurulurlar. Apollon ile artemis kardeştir, Apollon insanlara önceden görme yetisi verir, bir kahin, bir bilici (mantis)dir o, Adına Eski Yunan'da bilicilik merkezleri açılırdı. Phoibos Apollon, Işıklı Apollon diye de çağrılır. Artemis de Apollon gibi okçudur (hekatos); bir yoruma göre, “dokunulmamış” “bozulmamış” demektir. Toprak ve bereket tanrıçasıdır. Romada Diana'yla, daha eskilerde Toprak ve Bereket Tanrıçası Kybele'yle bağlantısı olduğu söylenir. Tatlı oklar, yalnızca yaşlılıktan ölenlere atılmaz, doğum yaparken ölen kadınlara da atar okunu Tanrıçalar, Zeus'un Karısı Hera'nın kızları, Eileithuialar (örneğin İlyada 11,269). İşte bu örnekte yazgının oku, tanrısal ok, doğum yapana da saplanabiliyor. (Ölümün ve doğumun oklarla gerçekleştirilmesi, ölümün doğum olduğu düşüncemize uygun düşüyor. Eski Yunanlı yeniden dünyaya gelmeye inandığı için doğum ve ölüm çakışabilir onun kafasında!)
Bereket ve Akıldan gelen oklarla ölüm “tatlı” oluyor. (Aganos, tatlı; Belos, ok demek, Agana Belea: Tatlı Oklar anlamına geliyor.) Tatlı yaşayan, Apollon ve Artemis'e attığı okları geri verendir. Tanrılara atılmış oklarla, onları öldürme olanağı yok; tanrılara attığımız ok, yazgımıza attığımız oktur, bize gelecekten gelen bir olanaktır. Tatlı ölüm, tatlı yaşamdan ayrılamıyor; tanrılardan oklarını atmasını beklemiyoruz artık, çünkü güzel ölümün güzel yaşamdan geçtiğini biliyoruz. Apollon ve Artemis'in oklarına yeryüzünden karşılık veriyoruz. Deyim yerindeyse oklaşıyoruz onlarla.
Ölüm kaçınılmaz, elimizde değil. Güzelleştirilmeye, sorumluluğunu taşımaya çabaladığımız yaşamımız bir ölçüde elimizde.
Apollon ve Artemis'e atacak oklarımız hep olsun yaşamımızda.

Agana Belea ile Doğum Olan Ölüm Üstüne * Ahmet İnam

Ölümden geliyoruz. Önce ölüm var. Önce gelecek. Ölümden doğuma doğru gidiyoruz. Önce ölüydük. Bir olanaklar varlığı olarak insan, olanaklarını gerçekleştirmemişti. Gerçekleşmeyen olanaklar gelecektedir. Gelecekteki olanaklar gerçekleştikçe geçmişe doğru gideriz. Gelecek şimdi olur, şimdi geçmiş. Bitimli ömür süremizin sonunda sandığımız ölüm, bu açıdan baştadır, ölümden geliriz dünyaya.

Yaşadıkça, doğa, toplum, kültür tarafından donatılırız, olanaklar giderek gerçekleşir. Sonunda biter. Yaşam öykümüz ölümle bütünleşir, işte bütün bir varlık olarak o zaman doğarız; bütün bir yaşamı sunarız hayata. Son nefesimizdeki sözümüz: “doğdum” olabilir. Yaşarken, “yaşlandıkça, doğuma yaklaşıyorum” diyebiliriz. Belki ince bir “ironi” var burada; ölümle doğumun yerlerini değiştirerek, ölüm açısından, kaygımızdan kurtulmaya mı çalışıyoruz? Bir ölüm “güzellemesi” mi yaptığımız?

Zamanı yaşayışımızda, yorumlayışımızda, ölümle doğumu karıştırmaya yol açabilecek özellikler var: Geçmişten geleceğe doğru gittiğimizi düşünüyoruz. Geçmiş yaşanmış, bitmiş, “belli olmuş”tur; gelecekse bilinmeyen, henüz belli olmayandır. Bu bakış, olmuş bitmişlikten, bir yorumuyla belirlenmişlikten, geleceğe doğru, belirlenmemişliğe doğru gidildiğini varsayıyor. Oysa, insan olanaklar varlığıdır. Olanaklar ise gelecektedir. Gelecekten geliyoruz sözü, olanaklarımızı gerçekleştirerek yaşıyoruz sözüne götürüyor bizi. Kendinizi oluşturarak, kurarak, kurgulayarak yazıyoruz. Kurgulama işi,alışılagelmiş anlamıyla “ölümde” bitiyor. Bir ressam gibi tamamlıyoruz yaşamayı, ortaya yaşamımız, yaşam resmimiz çıkıyor.

Yaşam, benim yaşamım; ölüm, benim ölümüm. Benim yerime kimse yaşayamaz, ölemez, deniyor. (Heidegger!) Oysa, hiçkimse bir başına değildir; bir kişi değildir. Beni yalnızca ben yaşamıyorum; beni yaşayanlar var (benimle ilişkisi olanlar, beni düşünenler, duyanlar?) Onların düşüncelerinde, düşlerinde yaşıyorum. Ben, “içimde” dünyayı taşıyorum: Sonum geldiğinde, benim deyimimle doğduğumda, alışılmış deyimle öldüğümde, içimdeki dünya son buluyor; ama, dünyaya bir dünya bırakıyorum; dile getirdiğim, kendimle, oluşturduğum ilişkilerimle, anlattığım duygu ve düşüncelerimle, dostluklarımla, düşmanlıklarımla dünyaya, dünya bırakıyorum. Dünyam tamamlanıyor, sonuçlanıyor, ama ben bitmiyorum, gelecekten, geçmişe doğru yolculuğumda geleceğimi tüketiyorum artık; artık bende gelecek kalmıyor; artık tümüyle geçmişin oluyorum. Yaşarken, geçmişe değiyordum, bir “parçam” geçmiş, bir parçam tüketilmemiş olanaklarımdan meydana gelen gelecekti, şimdi, bittim, geçmiş oldum: Bir çiçek gibi bittim, dünya toprağında, açtım.
Zaman akışını böyle yorumlayış, yaşamı, ölümden yola çıkarak doğumla bitiriş, yaşamın iki temel boyutuyla ödün vermez biçimide karşılaşmaya götürüyor beni: ahlak ve güzellik boyutuyla. Yaşarken doğmaya hazır olarak yaşamalıyım. Doğumuma hazırlanmalıyım. Bir gün doğacağım, ortaya çıkacağım, insanların dünyalarına, düşüncelerine duygularına çıkacağım. Adam (Adam: Hem erkek, hem kadın!) gibi yaşamalıyım. İnsan gibi. Doğacak gibi yaşamalıyım. Açık uçlu bir Yaşamla : Doğumumu hazırlamalıyım. Ne denli başarabiliyorsam. Geçmişin geri dönülemezliğine gitmemiş gelecek olanağımla, doğumumu hazırlamalıyım. Kendimin ebesi olmalı, kendimi doğurmalıyım. Doğuşum, insanlığa bir katkıdır, sorumluyum kendimden ve insanlardan, sorumluluğum beni güzel olmaya götürüyor, kendimi güzel ve sorumlu doğurmalıyım. Ne denli başarabilirsem, o denli sorumlu, o denli güzel. (Bu sorumluluk ve güzelliği burada tartışamıyorum!)
ÖLÜMDEN NE ANLADIĞINI SÖYLE: NASIL YAŞADIĞINI SÖYLEYEYİM
İşte ölüm hakkındaki her konuşma gibi, bu konuşma da yaşam hakkında bir konuşmaya dönüştü. Bilinç yaşayamaz ölümü. Sonunu yaşayamaz. Sonunu sezer. Nasıl? Ötekinin, diğer bir insanın öldüğünü görerek. İnsanlık tarihi ölmeyeceğini sanan insanlarla doludur. Ölüm kaygısının kültürel olduğunu, öğretildiğini düşünüyorum. Bilincin yapısından “genlerden gelen”, bir kaygı değildir. Ölüm hep yaşamın içindedir, ölüm yaşama dahildir, yaşam da ölüme. Ölümü, yaşamın doğal bir sonu, giderek benim burada savunmaya kalkıştığım gibi, başlangıcı sayan bir bakış, ölüme nasıl yaklaşabileceğimize ipucu olabilir belki.

Elbette karşı çıkılacak çok nokta var burada: Hem de pek çok. Ölüm kaygısı ortadan kaldırılabilir mi? Ölüm acısı? Sevdiklerimizin ölümü? Kendimizin bir gün öleceği ya da ölüme çok yakın oluşumuzun kaldırılamaz ağırlığının omuzlarımızdaki baskısı, ölüm güzellemeleriyle giderilebilir mi? Kim ölüm kaygısı olmasın diyor ki? Acı hep var, olacak, olmalıdır da. Doğumun sancısız olduğunu kim söylüyor? Doğmaya gidiyoruz. Yaşamak doğuma yatmaktır, doğuma gitmek. Kaygıları unutmak, varlığımızın diplerinden gelen iniltileri unutmak değildir, yaşamak. Güzel ve sorumlu yaşamın olanca zenginliğiyle yaşanmasında, düş kırıklıkları, yitirmeler, felaketler, yoksulluklar, yoksunluklar olacaktır. Onlarla yüzyüze gelme cesareti, bir gün doğacak oluşumuzla karşı karşıya gelme cesareti, “tüyüp”, “sıvışılacak” bir yaşam ayıbını hep yüzümüze vurmaz mı?

Uç noktada ölüm, doğumdur. Doğuma hazırlık, bir “imaj” yaratma hazırlığı değildir. İmaj, doğumda işlemez. İmaj, doğumu kurtarmaz. Doğumun ontolojik yapısına cila vurulamaz. Doğum, alaşılmış anlamıyla adildir: Herkese gelir. Dünyaya kattığımız dünyanın cilalanmış olması, yaşananın sahiciliğini örtemez. Geride kalanları aldatabilir miyiz doğuşumuzla? Belki. İmaj kazınabilir. İmajın ardında duran bir ömrün öyküsü, bu öykünün sahiciliği öğreticidir. İmaj kaçınılmaz olursa, hiç değilse gerçeğe yakışmalıdır.
AGANA BELEA : KENDİMİZE VE TANRILARA ATTIĞIMIZ TATLI OKLAR
Alışılmış anlamıyla ölümün doğum olabilmesi, doğacak cesareti ve ustalığı gerçekleştirebilmemize bağlıdır. Doğacak biçimde yaşayabilmek, doğanın, toplumun, toplumsal-ekenomik yapısının belirlenimlerine karşı, bir anlamıyla yazgımıza karşı verilen savaşımla olanaklıdır. “Tatlı Ölüm”, eski Yunan destanlarında geçer, Tanrıların bir lütfudur. Acı çekmeden, zamanı gelince, tanrıların yardımıyla ölümdür. Böyle bir anlayış, bir yanıyla, yazgı karşısındaki yetersizlikten, çaresizlikten gelmektedir. Tatlı ölüm, tatlı yaşamla olanaklıdır. Tatlı yaşam, sorumlu, güzel yaşamdır, doğulan, doğurulan, kendi ayakları üzerine doğrulan yaşamdır.

Eski Yunan destanlarından, Homeros'un Odysseia' ve İlyada'sında “tatlı oklarla” ölümden söz edilir. (Örneğin İlyada, 24.759, Odysseia, 3.280, 5,124, 15:411) Okları atan Tanrı Apollon'la Tanrıça Artemis'dir. Apollon erkeklere, Artemis kadınlara atmaktadır oku. Örneğin Odysseia'nın 15.kitabında Syros adasında geçen bir olay anlatılır. Bu adada yaşam “zengin” bir yaşamdır; Sığırlar besili, şarabı, buğdayı boldur. Kıtlık görmemiş bir adadır. Bu adada insanlar ihtiyarlık çağına gelince Apollon ve Artemis'in tatlı oklarıyla (Agena Belea) vurulurlar. Apollon ile artemis kardeştir, Apollon insanlara önceden görme yetisi verir, bir kahin, bir bilici (mantis)dir o, Adına Eski Yunan'da bilicilik merkezleri açılırdı. Phoibos Apollon, Işıklı Apollon diye de çağrılır. Artemis de Apollon gibi okçudur (hekatos); bir yoruma göre, “dokunulmamış” “bozulmamış” demektir. Toprak ve bereket tanrıçasıdır. Romada Diana'yla, daha eskilerde Toprak ve Bereket Tanrıçası Kybele'yle bağlantısı olduğu söylenir. Tatlı oklar, yalnızca yaşlılıktan ölenlere atılmaz, doğum yaparken ölen kadınlara da atar okunu Tanrıçalar, Zeus'un Karısı Hera'nın kızları, Eileithuialar (örneğin İlyada 11,269). İşte bu örnekte yazgının oku, tanrısal ok, doğum yapana da saplanabiliyor. (Ölümün ve doğumun oklarla gerçekleştirilmesi, ölümün doğum olduğu düşüncemize uygun düşüyor. Eski Yunanlı yeniden dünyaya gelmeye inandığı için doğum ve ölüm çakışabilir onun kafasında!)

Bereket ve Akıldan gelen oklarla ölüm “tatlı” oluyor. (Aganos, tatlı; Belos, ok demek, Agana Belea: Tatlı Oklar anlamına geliyor.) Tatlı yaşayan, Apollon ve Artemis'e attığı okları geri verendir. Tanrılara atılmış oklarla, onları öldürme olanağı yok; tanrılara attığımız ok, yazgımıza attığımız oktur, bize gelecekten gelen bir olanaktır. Tatlı ölüm, tatlı yaşamdan ayrılamıyor; tanrılardan oklarını atmasını beklemiyoruz artık, çünkü güzel ölümün güzel yaşamdan geçtiğini biliyoruz. Apollon ve Artemis'in oklarına yeryüzünden karşılık veriyoruz. Deyim yerindeyse oklaşıyoruz onlarla.

Ölüm kaçınılmaz, elimizde değil. Güzelleştirilmeye, sorumluluğunu taşımaya çabaladığımız yaşamımız bir ölçüde elimizde.
Apollon ve Artemis'e atacak oklarımız hep olsun yaşamımızda.