Türkiye Geçmişi Hatırlıyarak Bu Kaostan Çıkmalıdır

Yıl 1979; Konya Selçuk Üniversitesi’nde asistanım. Tüm ülkede yoğun bir terör yaşanıyordu o yıllarda. Her gün sağ-sol 10-15 genç insanımız, halk çocuğu ölüyor, provokasyonlar birbirini izliyordu. Suikastlar, katliamlar, ev yakılmaları, pusular, Alevi-Sünni, sağcı-solcu ayrılma eksenlerinde karşıtlıklar, yok etmeler hayatın günlük akışına dönüşmüştü… O yıllar; can güvenliği, yaşama ve öğrenim özgürlüğü olmayan Türkiye fotoğraflarının acı anılarıyla yaşandığı yıllardı. Yaşama özgürlüğü olan yerlere başlayan iç göç ve ülke coğrafyasının mezhepsel-ideolojik bakışla yeniden ayrıldığı dönemlerdi o yıllar. 1979 Baharında Gün Sazak’ın öldürülmesiyle Konya da yaşanmaz bir kent haline geldi. Haziran 1979’da Konya’yı ailecek terk ettiğimiz acı günleri anımsadım bu yazıyı yazarken. Ülkede tüm yoğunluğuyla terör ve hukuksuzluk yaşanıyordu. 1979 yılında Ankara tepelerinde ne oluyordu? Yan yana gelemeyen siyasi partiler ve liderler vardı. Herkes diğerini suçluyordu. Ülkede sağduyu ve empati yapma olasılığı hiç kalmamıştı. O yıllar; Her iktidara gelen siyasal yapı okul hademelerine kadar kendi adamlarını yerleştirdiği bir başka siyasal yapının da iktidar olduğunda bunun tersinin yapıldığı bir dönemdi. Sonuç 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi. Demokrasinin rafa kaldırıldığı, solun ezildiği bir dönem ve sonuçta 13 Eylül 1980 günü ülkede tıs yoktu… Küresel bazı merkezlerde de “bizim çocuklar başardı” anlamında da değerlendirmeler yıllar sonra basına yansıyordu. Türkiye etkileri ve yansımaları hala geçmeyen bu dönemi yaşamıştı.
Yıl 2009; Türkiye 1979 koşullarını 30 yıl sonra benzer şekilde yaşıyor. Son bir haftadır gazetelerden, TV ekranlarından haberleri, yorumları izlerken 1979’da yaşadığımız kaosu anımsadım. Yine o dönemlerde olduğu gibi hukuksuzluk ve yargıya güvensizlik var. Erzincan’daki olaylar, Yarbayın intiharı, Yarbayın ailesinin çığlığı, Başbakan Yardımcısına suikast iddiaları, TSK açıklaması bunlardan sadece basına yansıyanlar… Ülkede demokratik kültür anlamında gelişen ve değişen çok şey yok. Parti liderleri yine yan yana gelemiyor. Yine birbirlerini suçluyorlar. Yurttaşlara yansıyan fotoğraflar; siyasallaşan bir yargı, korku kültürü üreten, yasal olmayan telefon dinlemeleri, asker-polis çekişmesi, akademik liyakattan çok siyasi sadakata bağlı bir kadrolaşma, hükümete bağlı siyasallaşmış bir YÖK, eğitimin laik ve bilimsel yapısında yaşanan örselenmeler, parti liderleri arasındaki çok sert ve acımasız uslup. 12 Eylül öncesi güçlü demokratik sivil yapılar vardı. DİSK,Türk-İş, TÖB-DER gibi güçlü sendikalar ve örgütlü yapılar vardı. Şimdi ise iktidar kendisine bağlı yapılar üretme peşinde. Yani; iktidar uygulamalarıyla tekseslilik üretme peşinde. İş ve ekmek peşinde haklarını, en demokratik yaşam haklarını arayan Tekel İşcilerine bile tahammül edemeyen bir siyasi iktidar var karşımızda. 2009 Türkiye’sinin en önemli sıkıntısı bu “zihinsel” yapıdır. Kafalarımızda çok seslilik, farklıları zenginliğe dönüştürecek bir düşün dünyası ve kendisi gibi düşünmeyenleri ötekileştirmeyen bir düşün sistematiği yok. Sonuçta ülkede bir kaos, belirsizlik tüm yurttaşların kafasında oluşan güvensizlik egemen.
2009’ların Türkiye’si 30 yıl sonra diyalektik evrimle geçmişteki acı deneyimlerden olgun bir demokratik kültür üretebilirdi. Üretemedi… Bunun pek çok nedeni sayılabilir. Eğitim sorunlarımızla beraber tüm siyasi yapıların toplumsal değişimleri algılayamaması, tembelliği, vizyonsuzluğu ve siyaset kurumunun demokrasi denilen evrensel deneyimle buluşamaması. Eğer Türkiye 12 Eylül despotizminin yarattığı yasaları demokratik süreçlerle dönüştürebilseydi bu günler yaşanmayabilirdi. Siyasi Partiler Yasası, Seçim Yasası, Yerel Yönetimler Yasası, İş Dünyası Yasaları, YÖK Yasası demokratik tartışma süreçleriyle dönüştürülebilseydi, hayatın her alanında katılım kültürü egemen olsaydı bugünkü süreçler küresel merkezlerin projelerine rağmen yaşanmayabilirdi.
Bir aydın, bir yurttaş olarak yaşadığımız bu sürece itirazım var. Türkiye bunu hak etmiyor. Demokratik yollarla iktidar olan bir siyasal iktidar bu ülkenin kuruluş felsefesiyle oynayamaz, oynamamalıdır da. Demokratik açılım projesi olan bir siyasal iktidar önce % 10 seçim barajını kaldırmaya, partilerde lider sultasına olanak sağlayan yasaları değiştirmeli. Hukuk reformuyla hukukun, yargının bağımsızlığını hedeflemeli, adaletli gelir dağılımını, ülkede yaşayan tüm insanların bu ülkenin özgür ve eşit haklara sahip yurttaşları olması gerçeğini hayata geçirmeli, demokratik kültürün ülkede hayatın tüm süreçlerinde egemen olmasını sağlamalıdır. Peki böyle bir arayış var mı? Hayır Yok… Tekel İşçilerine zulüm, Cumhuriyet’in içini boşalt, din referanslı bir kadrolaşma üret, hukuksuz telefon dinlemeleri üret ve sonra “Demokratik Açılım” söylemi… Hiç de inandırıcı değil.
Türkiye bu sanal fotoğraflardan bir an önce kurtulmalı. TSK kışlasında ülkenin güvenliği ile temel görevine dönmeli, siyasal iktidar da küresel merkezlerden bağımsız davranarak ülkenin demokratik gelişim süreçlerine, insanlarının mutlu ve özgür yaşamasının yolunu açmalıdır, yani kendisi olmalıdır. Hayatın her alanında akıl ve bilimin, demokrasinin gelişim süreçleri egemen olmalı. Türkiye bu kaosu mutlaka kendisi olarak, konuşarak, empati yaparak, geçmiş deneyimleriyle aşmalıdır. Türkiye 86 yıllık Cumhuriyet kazanımlarını yok varsayarak, tüketerek değil Cumhuriyetin demokratik evrimiyle geleceği kurmalıdır.