Otosansür!

Kaba bir hesapla on beş yıldır yazı yazıyorum.
İlk yazılarım İstanbul'da öğrenciyken haftalık haber-yorum gazetesi Söz'de çıkmaya başlamıştı.
O günden bu yana, türlü çeşitli yayın organlarında irili ufaklı, kısalı uzunlu haber, röportaj, yorum, köşe yazısı yayınladım; edebiyat dergileri için öykü, deneme, inceleme kaleme aldım.
Sözünü ettiğim bu yazıları da hep içimden geldiğince, gönlümden geçtiğince, kalemin ve yazının olanakları izin verdiğince yazdım.
Aklımın ucundan, yüreğimin kıyısından “Patron ne der”, “Bakan ne söyler”, “Milletvekili ne düşünür”, “Dava açılır mı”, “Mahkemeye verilir miyim” düşüncesi geçmedi.
Çalakalem, çalayürek, çalabilgi yazdım.
Aklın, mantığın, matematiğin, izanın, mukayesenin, ölçünün çerçevesinden bakmaya çalıştım.
Çeşitli davalar açıldı; hepsinden beraat ettim.
Bugüne kadar yazdığım tek bir satır yalanlanamadı, tek bir cümle mahkemede mahkum olmadı.
***
Tüm bunları neden anlatıyorum?
Kendimden söz etmek için mi?
Hayır.
Asla.
Geçen hafta çok ilginç bir şey oldu.
Onu anlatacağım.
Okurla mutlaka paylaşmam gereken bir durum.
Ve hesaplaşmam gereken.
***
Evet.
Geçen hafta…
İlk kez…
Gazete yazısı için masaya oturduğumda, kendimi sansürlerken yakaladım.
Acaba şu cümleyi çıkarsam mı, acaba bu sözcüğü değiştirsem mi, acaba böyle yazarsam TCK 312'ye girer mi, acaba şöyle yazarsam TCK 216'dan dava açılır mı diye, ince eleyip sık dokurken yakaladım kendimi.
Buna “otosansür” derler.
Sansürün en tehlikelisi, en acayibi, en dehşetengizidir.
Devlet sansürü, hükümet sansürü, patron sansürü; açık, net, bilinen sansürdür.
Bilirsin ki, şunu şunu şunu, bunu bunu bunu yazarsan sansüre uğrarsın; ona göre hareket eder, yazarsın ya da yazmazsın.
Bu açık ve net sansürdür ve kolay olanıdır.
Ama ya otosansür?
Yazarın masaya oturduğunda kendi kendine uyguladığı sansür.
En tehlikelisi, insanın kişiliğini yerle yeksan eden, onurunu kırıp atan bir sansür.
Özgüvenini sıfırlayan bir sansür.
Evet, geçen hafta masaya oturduğumda, kendimi sansürlerken gördüm.
Eyvah ki eyvah, dedim.
***
Ve kendimi sansürlediğim günün gazetelerinde İçişleri Bakanı Beşir Atalay'ın “Türkiye, dünyanın diğer demokratik ülkelerinde olmadığı kadar basın özgürlüğünün olduğu bir ülke” şeklindeki demeci vardı.
Küçük dilimi yutacaktım.
Kalakaldım.
Şaşkın, çaresiz.
Beşir Atalay'ın bu demeci verdiği gün, ben on beş yıllık yazı hayatımda ilk kez kendime sansür uyguluyordum.
Hemen kısa adı CPJ olan Uluslararası Gazetecileri Koruma Komitesi'nin 2010 yılı raporlarına göz attım.
Raporlar, Beşir Atalay'ı yalanlıyordu. Türkiye'de halen tutuklu ve hükümlü 50 gazeteci hapishanelerdeydi. Muhalif gazete ve televizyonlar bir dizi vergi cezalarıyla, yıldırma yöntemleriyle baskı altında tutuluyordu. AKP'ye muhalefet eden gazeteciler, yazarlar Ergenekon'la tehdit ediliyordu.
***
Düşünün…
İlk yazımın yayınlandığı tarihte başbakan Tansu Çiller'di. Sonra Erbakan, sonra Mesut Yılmaz, sonra Ecevit başbakan oldular. Hiçbir dönemde otosansür uygulamayan, gözünü budaktan lafını dudaktan esirgemeyen ben, ilk kez geçen hafta kendi yazıma sansür uygulamaya kalkıştım.
Düşünün…
Nasıl bir baskı iklimi, nasıl bir korku atmosferi yaratıldığını.
Düşünün…
Bir yasal siyasi partiye, bir mesleki derneğe, bir de kültür derneğine üye olmama rağmen; başka hiçbir siyasal, sosyal, ekonomik, kültürel yapıyla ilgim, ilişkim, bağlantım olmamasına rağmen…
Yazdığım yazının orasını burasını düzeltmeye, sivri köşeleri yuvarlamaya, sert ifadeleri yumuşatmaya kalkıştım.
***
Peki yaptım mı?
Yazdığım cümleyi sildim mi?
Hayır. Asla.
Önce içime baktım. Sonra yüreğime. Sonra aynaya.
Eğer değiştirirsem yazdığım cümleyi, bir daha o aynaya bakamayacağımı düşündüm.
Ve öylece bıraktım.
***
Demek istediğim…
Ülkenin gelip dayandığı nokta, bu nokta.
Kimse ama hiç kimse “ileri demokrasi” mavalı okumasın.
Gittiğimiz yer olsa olsa “ileri faşizm”dir.