Romanlara Dair

Türkiye kötümser, karamsar ve düşünsel anlamda paramparça. Her gün, her yerde hayata dair, insana dair, toplumsal barışa dair güzel olmayan şeyler yaşanıyor. Radikal Gazetesi yazarı Nuray Mert'in ülkede gelişen teksesli, tek partili yapıyla ilgili endişeleriyle bu düşün egzersizi üzerinden tartışmalar medyada canlı bir şekilde yaşanırken, geçen hafta da Manisa'nın Selendi-Gördes-Salihli hattında Romanların bir kahvehanede sigara içme-içmeme tartışmasıyla toplu bir şekilde saldırıya uğramaları, göçe zorlanmalarıyla ilgili haberler ve gelişmeler de gündemde yerini aldı. Selendi'de ülkenin en renkli insanlarına dair bir ötekileştirme ve linç kültürü ortaya konuldu. Toplum kısa sürede hatasını anladı ve şimdi kırılan vazonun parçalarını yapıştırmaya çalışıyor.
Kaynaklara göre Dünyada 18-20 milyon, Türkiye'de ise yaklaşık 500 bin Roman yurttaşımız yaşıyor. 1971 Nisan ayında Londra yakınlarında Roman sorunlarını tartışmak üzere toplanan ilk Uluslararası Roman Kongresi, 1990'dan itibaren 8 Nisan gününü “Dünya Romanlar Günü” olarak kutlanmasına karar vermiştir. II. Dünya Savaşı'nda Naziler Yahudiler' in yanı sıra, Çingeneleri de büyük bir soykırıma uğrattılar. 200-800 bin arasında çoluk çocuk Roman, aşağı ırktan oldukları gerekçesiyle Nazi kamplarında yok edildi. Kaynaklara göre bu katliam Roman halkı tarafından “porajmos=parçalanmak" olarak adlandırılmıştı. Yarı göçebe, doğanın içinde yaşayan bu özgür halk, çoğu zaman günümüzde hala yaşadıkları ülkelerde negatif ayrımcılıklar yaşamaktadır.
Romanlar; yıllardır şiirimizde, romanda, tiyatroda, sinemada, müzikte, dizilerde hep bir renk olarak hayatımızı çoğalttılar, renk kattılar. Dokuz/Sekizlik müzikal ritimleriyle yaşamımıza, düğünlerimize, eğlence dünyalarımıza Mastika'yı, Şakşuka'yı ve pek çok eseri soktular. Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun “Karadut” şiirinde: “Karadutum, çatal karam, çingenem/Nar tanem, nur tanem, bir tanem /Ağaç isem dalımsın salkım saçak/ Petek isem balımsın ağulum/ Günahımsın, vebalimsin/Dili mercan, dizi mercan, dişi mercan /Yoluna bir can koyduğum/ Gökte ararken yerde bulduğum /Karadutum, çatal karam, çingenem/Daha nem olacaktın bir tanem /Gülen ay kadınım, kısrağım, karımsın/ kadınım, kısrağım, karımsın.” Çingenem sözü olağanüstü bir aşkın karşılığı olarak karşılığını bulur. TV'lerde gösterilen “Cennet Mahallesi” adlı dizide çok renkli, çoğulcu bir yaşamın kahramanları olarak karşımıza çıkarlar. Müjdat Gezen'in canlandırdığı “Darbukatör Baryam” tiplemesinde rengârek bir kimlikle sanatkâr, müzisyen bir roman tiplemesi olarak gördük ve de Baryam'ı çok sevdik. Türk Sinemasında Türkan Şoray'ın oynadığı Çingene kadın tiplemesi hâlâ belleklerimizdedir. Sedat Erdoğdu'nun sözlerini yazdığı ve Ebru Gündeş'in ilk kez seslendirdiği ve tüm ülkede tüm yurttaşların beğeni ile dinlediği, oynadığı “Çingenem” adlı parçada “Kapkara gözlerle, yaktın sineden/ Aşkınla tutuşup, yandım çingenem / Ruhumu koparıp, aldın bedenden/Uğruna sararıp, soldum çingenem/ Karanlık gecede, ateşin başında/Takınır zilleri, oynar çingenem/Savurur saçlarını, esen rüzgârla/ Bir deli sevdaya, salar çingenem/ Çingenem, çingenem/ Kara gözlü çingenem/ Aşkınla tutuşup/Yandım çingenem/ Çingenem, çingenem/ Kara gözlü çingenem/ Uğruna sararıp soldum çingenem/ adlı kıvrak parçada Romanların ritimleri ve yaşam armonileri, yaşam tarzları bir müzik eseriyle karşımıza çıkar.
9 Ocak 2010 günü Selendi'de yaşanan olaylar ile ilgili Hürriyet Gazetesi'nde Ertuğrul Özkök “Organize İşler Mahallesi” ve 10 Ocak 2010 tarihinde de aynı gazetede Yılmaz Özdil “Abe noldu be Manisacıkda?” başlıklı yazılarında, Selendi olaylarını irdeleyerek çocukluklarının geçtiği Alsancak Kahramanlar Semti’ndeki “Tenekeli Mahalleyi” anlattılar. Dokuz Eylül Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi’nin geçici binası Tenekeli Mahalle’nin arkasındaydı. O sokaktan beş yıl boyunca geçerken sanki bir film setinin canlılığını yaşardım. Kadınlı-erkekli yoksul ama canlı, hareketli, cıvıl cıvıl renkli bir yaşam. Yılmaz Erdoğan'ın “Organize İşler” filmi de bu sokakta çevrilmişti. Özkök yazısında, yaşanan olaylarla ilgili olarak; “Türkiye'de tehlikeli bir “öteki” kavramı doğmaya başladı. Herkes kendine göre “öteki” veya “ötekiler” yaratıp, ona düşman oluyor. Onu, mahallesinde komşu olarak dahi istemiyor. Ve biz bu olayı hâlâ hafife alıyoruz. Nedenini araştırmıyoruz” diyordu. Yılmaz Özdil de yazısında “…Polis muhabiriyim. Haftada 7 gün Boğaziçi Karakolu'na giderdik… Çünkü, Allah sizi inandırsın, her Allah'ın günü bir Çingene vatandaş vukuatı yaşanırdı. Kavga, gürültü, yaygara, gırla… En güzel tarafı da neydi biliyor musunuz; 2 saniyede kapışırlar, 1 saniyede barışırlar. Dünyanın en önemli meselesiymiş gibi bağıra çağıra gelirler karakola, güle oynaya, çıkarlar kol kola… 45 bin Çingene yaşıyor İzmir'de, senede 45 bin olay olur, tatlıya bağlanmayanı yoktur… Manisa'da olan biten, tecrübesiz Emniyet, basiretsiz jandarma ve beceriksiz Vali’nin eseridir… Bana sorarsanız, Darbukatör Baryam bile bunlardan iyi yöneticidir” diyerek, yaşanan olayı özetliyordu.
Romanlar bu ülkenin gerçeği. Bu ülke kültürünün, çoğulluğunun, çok sesliliğinin çok önemli bir kazanımı. Kahvede sigara içmek gibi basit bir adli olayın basiretsiz yöneticiler ve kolluk kuvvetleri yüzünden geldiği nokta ülkemize artık yakışmıyor. Evlerinin olduğu, yıllardır yaşadıkları kasabada can güvenliklerinin olmadığını hissederek topluca bir başka kasabaya göç etmek zorunda kalmak tatsız bir süreç. Yaşanılan olay sonrası birden gelişen sağduyu, dayanışmayla da yaraların sarılmaya çalışılması ve evlerini terk eden Romanların Salihli'de davul zurna ile karşılanmaları insana dair sıcak, olumlu haberler olarak içimizi ısıttı. Ama bir şeyler kırılmıştı…
Bugün Roman olarak adlandırdığımız ama yaygın olarak çingene olarak ifade edilen bu topluluklar, bu halk kimdir? Kaynaklarda milattan 8 asır öncesine, İbrahim Peygamber dönemine dayanan mitolojik açıklamalar var. Hint kökenli olduklarına ilişkin ciddi araştırmalar ve kaynaklar var. Hindistan'ı fetheden Müslümanların, Romanları köle olarak alıp ülkelerine götürülmesi en yaygın teorik açıkalma olarak karşımıza çıkmaktadır. İlk kez 1505'te İrlanda'da, 1514'te de İngiltere'de nüfus kayıtlarında karşımıza çıkarlar. Romanlar yaşadıkları her ülkede değişik adlarla anılırlar. Türkiye'de Romanlar, genel olarak "Çingene" adıyla bilinmekle beraber, Osmanlıda yakın zamana kadar "Kıptî" olarak da isimlendirilmişlerdir. Ancak onlar, günümüzde yörelere ve yaptıkları işlere göre "Poşa, Mutrib, Elekçi, Esmer Vatandaş, Arabacı, Teber, Cono, Haymatlos, Şıhbızınlı” gibi adlandırmalar da bulunmaktadır. Günümüzde Çingeneler, Türkiye'nin hemen her yerinde dağınık olarak yaşıyor. Onların çoğunlukta bulunduğu yerlerin başında Marmara, Ege ve Akdeniz Bölgeleri geliyor. Bunu Karadeniz, İç Anadolu, Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri izliyor. Romanlarda çalgıcılık ve müzisyenlik geçimlerini sağlamada en öne çıkan meslek. Oturdukları yörelere göre de çiçekçilik, panayırcılık, hamallık, ayakkabı boyacılığı, kadınların gündelikçiliği, tuğla fabrikasında tuğla dizme, cambazlık (hayvan ticareti), inşaat işçiliği, tombalacılık, hurdacılık, pazarcılık, çeltik işçiliği, inşaatlarda beton dökücülüğü, kurbağa ve sümüklüböcek toplayıcılığı, kâğıt toplama, boyacılık ve simitçilik, kalaycılık, sepetçilik, at arabacılığı, badanacılık, gazino işletmeciliği, işportacılık, dilencilik, hurda ve çöp toplayıcılığı, tefecilik, işçilik, bohçacılık, seyyar satıcılık, temizlikçilik, kahvehane ve lokal işletmeciliği, kadınlarda dansözlük, falcılık, muskacılıktan, inci-boncuk, iğne ve yüzük satıcılığı, pavyon işçiliği, horoz dövüştürme geçim kaynağı olarak yaptıkları işlerdir. Romanlar arasında tüm toplumda olduğu gibi yasadışı işler yapan kesimler de vardır (www.cingeneyiz.org)…
Yaklaşık 10-15 yıl kadar önceydi; Menemen'de bir yerel seçim vardı. Menemen ciddi sayıda Roman yurttaşımız yaşadığı canlı, hareketli bir ilçe. O dönemde seçim, propaganda süreçlerinde Romanların geliştirdiği “Yiyelim içelim, ama satılmayalım” sloganını dün gibi hatırlarım. Onların da bir yaşam etiği ve yaşama hakları var. Günümüzde bir halkı, topluluğu nedeni ne olursa olsun tehcir gibi uygulamalarla topraklarından, coğrafyalarından ayırmak çağdışıdır. Unutmayalım ki doğa tüm renkleriyle, kokularıyla bir bütünsel güzeldir.