Nihat Behram * Yüzsüzlüğün Çifte Kavrulmuşu

Geçtiğimiz aylardan birinde soL’da bir haber vardı, haberde, “Emekten yana olanlar cinayetlerin arkasında kâr hırsı olduğunu vurgularken, bakanlık müsteşarı ‘şaşkınlık’ ifade etti!” deniyordu. Beni, bu zarif, incitmeden bilgilendiren haber dilinden çok, habere konulan başlık etkilemişti. Harika bir başlıktı. İki sözcükle, söylenebilecek her şeyi söyleyen, gizil gücü olan başlık şöyleydi: “Tepki ve Yüzsüzlük”
Etkisi nedeniyle bu başlığı, defterimin bir kenarına ‘yüzsüzlük pisliği ayağına bulaşırsa anımsa’ diye not etmişim! ‘Bulaşırsa’sı mı var? Diz boyu pislik içinde yürüyoruz. ‘Yüzsüzlük’ pislik batağının vıcık vıcık üst kesimi. İçinde kaynaşan kurtlarla tek tek uğraşmaya kalksa, insanın ömrü de yetmez gücü de.
Sahtekârlığı aşikâr politikacının sırıtarak ‘haklıyı’ oynamasından, karanlık ilişkileri ortyaya dökülmüş gazetecinin kırıtarak ‘saklıyı’ söylemesine kadar, hamdolsun halkımız, yüzsüzlüğün her türüne alışık! ‘Alışık’ ne? Tiryakiden öte: bağışık! Cüppesinin altında kikirdeyen hocası var; bakan sıfatıyla her konuda lakırdayan hacısı var; ekran ekran dolaşıp vızıldayan bacısı var…
Bir ara, Sanat Cephesi miydi, NHKM miydi, şimdi unuttum, ‘yılın sahtekârı’nı, ‘yılın uyuşuğu’nu falan seçiyordu. Bu yıl da bu ‘seçimler’ yapılacak mı, bilmem. Ama ‘yılın yüzsüzü’nü seçmeye kalkacak olsalar, korkarım, yorulmakla kalmaz, aday bolluğu içinde boğulurlar!
Gazeteler ilk sayfadan duyurdu: Şimdi, Papa da, Marks’ın üstündeki ‘afaroz’u kaldırmış! Desene, türemeler daha da çoğalacak! Yani sadece Marks’ın yakasındaki, bizim yerli keneleri saysan ‘yılın yüzsüzü’ yarışmasına bir ABD çuvalını dolduracak kadar aday çıkar.
Dindar toplumlarda (hele ki müslüman), namus ‘ten terazisi’nde tartılır. Yani çaresizlik çarkında tenini satma zorunda kalmış kurban, insafsızca, ‘namussuz’ diye nitelenir. Bunun vergiye bağlananı eskiden ‘Manukyan sermayesi’ diye vesikalanırdı. Ya tinini (ruhunu) satan? Maşallah, günümüzde teraziyi tutan zaten o!
Şimdi bu işin zamane ‘münevverleri’ de türedi. Eh, sermayedar hem maddi hem ilahi güce sahip! Demek ki ‘sermaye’ olmak ‘münevver’e de cazip gelmeye başladı! Sırtları pek, paraları bol, karınları tok, üstelik bilmedikleri şey yok! Patronları bunları, güzel güzel, renkli renkli köşelere yerleştirdi. Gazetelerinde, ekranlarında, kandillerinde; peçetelerine, reklamlarına, mendillerine….
Geçenlerde bizim gençlerden biri, ‘belki haberiniz yoktur’ notuyla bir yazı iletmiş. Yazı, tersten Namaz diye okunan gazetede (ya da onun kitap, sanat falan gibi eklerinden birinde) çıkmış. Yazının M.İlhan Atılgan imzalı yazarı, şiirin hamisi edasıyla aklına estiği gibi ötüyor. Daha doğrusu, aklına estiği gibi ötmüyor da, patronun süsleyip yerleştirdiği köşenin akorduyla şakıyor: Özdemir İnce’nin ‘faşist şair olduğu’ndan girmiş, benim ‘arabesk şarkı sözü yazarı’ olduğumdan çıkmış!
Şimdi bu şahsa, ‘Gel şöyle, gün yüzünde, yüzyüze bu konuları tartışalım, tanrıyı, dini, imanı, mevlidi, ezanı, duayı, neyin arabesk olup olmadığını; varlığı yokluğu, neyin gerçek, neyin yalan dolan olduğunu; Soros’u, Fethullah’ı, Abdullah’ı, neyin faşist olup olmadığını!’ desen, vıınnn! Ara ki bulasın? Konsomasyon saati bitmiştir, dostunun yanındadır! Dostu patronu!
‘Şunu da konuşalım, yani kimin patronu kime ne kazandırıyor, kim patronuna ne kazandırıyor’ desen, yine vınnn! Ahret var va, dünyada hesap vermeye ne hacet! Bak, yazdığım gazetede benim patronum yok! Yoldaşlarım var. Tek kuruş ‘dünya nimeti’ gözetmeden yazıyorum. Gözettiğim tek karşılık aydınlığın, aydın yüzlü insanların, yoldaşlarımın çoğalması. Onurum ve zenginliğim bu. Yani, ikiyüzlülerin, daha doğrusu yüzsüzlerin anlayacağı dille söylersek kazancım para değil onur! Bu şahısa ‘Bir de bu şarkıyı yorumla!’ desen, arabesk uzmanı ya, kesin ‘Arabeskin aptallık tınlaması!’ diyecektir. Konu kazanç olunca ne ilahiyat kalır ne maneviyat; acaip ‘akıllı’, acaip dünyevi ve gerçekçidirler. Müşteri hitabetini, işin kurnazlıklarını iyi bilirler. Gel de küfretme: Tenini satmak zorunda kalan düzen kurbanı Dilber, ‘ahlâksız’ diye nitelenir; tinini satan zibidi ise ‘münevver’! Ahret’i görmedim, bilmem, günümüz dünya hali böyle!
Yine de, iyi niyetli davranıp aradım. Yani, ‘Kim bu şahıs?’ diye sordum. Yüzü saklı çıktı! Yani yüzsüz! Gedikli dincilerden olmadığı, tinini satan türeme tiplerden, ya da H.Yavuz’un ‘talebe’lerinden biri olduğu konusunda zaten yazısını okurken de pirelenmiştim. Külünü üflerken, açıkçası biraz da üzüldüm. Altından genç kuşak şairlerden biri çıktı: Can Bahadır Yüce. Şiir yazmaya çabalayan birinin, ayağını yeryüzüne daha sağlam basması gerekmez mi? Bu, daha emeklerken aklını bulutlara takmış. ‘Olur, dönemdir, insan onu da dener’ deyip hadi bunu da geçtik; genç bir şair, başka şairler hakkında konuşurken neden yüzünü saklar? Tamam, içinde köpüren ne varsa kus da, yüzünü neden saklıyorsun? Yok mu yoksa? Üzüntümü, iğrentiye bulaştıran da zaten bu nokta oldu. İlk kitabı çıktığında ‘yetenekli’ falan diye Ataol da övücü sözler yazmış. Bundan olacak salyalanırken, Ataol’a sıçratmamaya çalışmış! Açıp düşüncesini sordum Ataol’a, ‘Geleceğine umut biçtiklerinden biri daha Namaz’cıların safında dua makamında küfür hırıldanıyor!’ diye. ‘Ne bileyim, doğacak çocuk bokundan belli olmuyor!’ dedi.
Görüp konuşmak, kendisine ille de bu ‘illegalite’nin yani maskesinin neden gerekli olduğunu anlamak için bakındım. Bulsam, ‘Şaire yüzünü saklamak yakışmaz, indir maskeni, yüzünü saklama, gel çıkıp bir salonda çok keskin olduğun şu konuları tartışalım!’ diyecektim. Enver Ercan’a sordum. ‘Abi onu şimdi bulamazsın, buralarda değil!’ dedi. ABD’de imiş! Eh, Arabistan’a gidince, tavafsız dönmeyenler gibi, son Zaman’ın modası ya, inşallah ABD’ye gidince Hocaefendi’den sevapsız dönmeyenlerden biri de o olur! Yüzsüzlükte çifte kavrulmuşluk nasibiyle! Amin!