Bir Manisa Sergüzeşti * Nur Kartal

05.11.2014 / 00:00
Manisa'da yaşamaya başlayalı neredeyse beş yıl olacak. Lisans eğitimi için geldiğim bu şehir artık benden bir parça. Zira yüksek lisans için yeniden gelmiş olmam bu şehrin bendeki önemini vurgular ve açıklar cinsten.

Neyi var peki Manisa'nın, bu denli cezbedici…

Aslına bakarsanız pek bir şeyi yok. Ama kişiye göre değişen bir yapısı var.

Manisa'nın cezbedici yanı yoğun bir kozmopolitenin getirdiği kaostan uzak yani hem büyükşehir olup ihtiyaçların belli çerçevede gerçekleştirilebileceği bir yer olması hem de kısır eden bir trafik sıkıntısının olmaması nedeniyle gönüllerde taht kurması. Bunun yanında gelişmiş sanayiinin etkisi de oldukça büyük elbette. Bu gibi özelliklerin yanında galiba en önemlisi de tarihi ve uhrevi yapısı.

CBÜ' yü kazandığımda çok fazla sevindiğim söylenemez. Hatta babam, üniversitenin konumu ve şartları hakkında sanal ortamda yapılan yorumları okuyup buhrana düştüğümü görünce 'Koskoca şehzadeler şehrine gidiyorsun, üzülecek ne var?' diye beni telkin etmişti. O zamanki olgunluğumla şehri önemsemeyen ve üniversite ile ilgili yorumlara kafayı takmış olan ben, bu telkini ne derece önemsedim, tartışılır.

Bu coğrafyaya yaklaşık 400 km uzaklıkta ve daha güneyde, denizle iç içe büyümüş bir insan olarak Manisa'da yaşamayı hiç yadırgamadım. Belki yazları burada kalsaydım işler değişirdi, bilemiyorum. Ama şöyle de bir gerçek var ki her şey bir yana beni bu şehre bağlayan ehemmiyetli unsurlardan biri de kesinlikle “tren”

Doğup büyüdüğüm coğrafyada tren yoktu, olamazdı. Tren ve istasyon olgularını çocukluğumda İzmir'e yaptığımız seyahatlerde kavrayan ben ve henüz bir tren yolculuğu dahi yapmamış bir ben, nasıl oluyor da tren sesiyle huzur buluyorum garip doğrusu. Orhan Veli diyor ya “Tren Sesi” adlı şiirinde:

“Garibim;
Ne bir güzel var avutacak gönlümü,
Bu şehirde,
Ne de bir tanıdık çehre;
Bir tren sesi duymaya göreyim,
İki gözüm
İki çeşme.”

tam olarak beni ve Manisa'ya bağlılığımı anlatıyor.

Belki de tren bana çok sevdiğim, uzaktan uzağa bağlandığım bir coğrafyayı, Balkanlar'ı anımsatıyor. Vagonlar dolusu insanın acıyla dolu gurbetten gurbete kaçışını.

Maddeye dalıp mânâyı unutur oldum son günlerde. Duygu yoğunluğundan sıyrılıp hazır tren mevzuunu açmışken asıl bahsetmek istediğim Manisalı yazar Yusuf Atılgan ve romanı Anayurt Oteli'ne geleyim. Anayurt Oteli romanın kahramanı Zebercet'e Paşa dedesinden kalıp Manisa'nın İstasyon mevkiinde bir konak iken otele dönüştürülmüş bir yapıdır. Zebercet amcanın her saniyesi burada geçer. Hissettiği ve yaşadığı derin bir yalnızlığın getirdiği kuruntulardır. Bir bakıma bir insan tekdüzelikten içten içe nasıl çıldırır romanda an be an görüyoruz. İnci Enginün hoca tekdüze yaşantısının tek tutkusunun cinsi ihtiyaçları olduğunu söylüyor.

Gecikmeli Ankara treniyle gelip eşyalarını bırakıp giden kadın yok mu… Ahh o kadın… O olay daha doğrusu…

Zebercet'i adeta yalnızlık ve iletişimsizlik rüyasından uyandıran ve şizofreniye doğru adım adım yaklaştıran olay.

Nitekim ben ilk okuduğumda bu denli keşfedememişim Zebercet'i hoş halen kitabın sonunda nereye vardık belli değil ama kesin olan bir şey var ki Oğuz Atay'ın açtığı yoldan yürüyoruz. Bu da benim için muhteşem bir şey.

Okunası bir kitap Anayurt Oteli …

Tavsiye eder miyim, elbette.
Anlayacağınız hülasa bir gayesi olmalı insanın…
En basitinden hiçbir şey yoksa yaşadığı şehre bağlanmalı…
Bir şeye tutunmalı insan,
Tutunmalı ki,
Hayatın türlü zorluğu veya
Hayatın türlü boşluğundan sıyrılabilsin…

Muhabbetle…