TÜRKİYE'DE VİCDAN VE HUKUK DEVLETİ ARAMAK * Kemal Kocabaş

7 Şubat 2014,

Haftada Bir / Prof. Dr. Kemal KOCABAŞ –
Bu hafta gazete yazısı için masaya oturduğumda kafamda pek çok konu vardı. Hangisini yazacağımı netleştiremedim. Zira ülke gündemi çok dinamik ve değişken. Ama her yerde dillendirilen, ortaklaşan bir talep var: “Hukuk devleti ve vicdan”. Sonunda, bu ana tema üzerinden bir seçki yaparak yazıyı oluşturmaya karar verdim.
* * *
Son aylarda kelime dağarcığımıza Osmanlıca üç sözcük girdi. Muhteşem Süleyman dizisinden “Zinhar” ve Başbakan'dan, bakanlardan, siyasal iktidar sözcülerinden, “Manidar” ve Başbakanın danışmanından “Kumpas”… Bu üç sözcük, sosyal medyada, TV'de ve konuşma dilinde bir dönemin algısını ifade ettiği için ironik bir tebessümle çokça karşımıza çıkıyor artık. 5 Şubat 2014 akşamı TV'de Tuncay Özkan'ın kızı Nazlıcan'ın, Cüneyt Özdemir'in sunduğu 5n1k programında yüksek bir özgüven ve iyi yetişmiş bir üniversite öğrencisi olarak, “kuşatılmış bir yargıyla babasının ve haksız yere içerde yatanların” durumunu bu sözcüklerle anlatırken, “sözcükler ve dönem algısı” kavramının paralelliği bir kez daha karşımızdaydı… Her dönem, kendi sözcüklerini üretiyordu.
* * *
Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu… Malatya İnönü Üniversitesi'nde iki dönem rektörlük yapan Cumhuriyetçi bir bilim insanı. 1954 Kahramanmaraş-Elbistan doğumlu… Hacettepe Tıp Fakültesi çıkışlı, İç Hastalıkları Uzmanı bir Hekim. Babası Hilmi Soydan, 1960 öncesi CHP Milletvekili, 1960 sonrası senatör. Maraş olayları sırasında öldürülüyor. Aile, bu olay sonrası soyadını değiştirip babasının adını soyadı yapıyor. Acılar yaşayan, bedel ödeyen bir ailenin oğlu olan Fatih Hilmioğlu, Ergenekon davasından tutuklu. Adam mı öldürmüş? Hayır… Banka mı soymuş? Hayır… Ahlaksızlık-yolsuzluk mu yapmış? Hayır… Evinde ayakkabı kutularında para mı bulunmuş? Hayır… Görünür suçu ne? Laik-demokratik Cumhuriyetten yana taraf olması… İçerdeyken trafik kazasında oğlunu kaybeden bir baba. İçeride kanser hastası olan bir aydın… Avukat kardeşi TV'lerde haykırarak, onun ölmek üzere olduğunu, tedaviye gereksinimi olduğunu söylüyor. Onun çığlığını ülkeyi yönetenler, yargıda olanlar duymuyor. Cemaatçi(!) olarak kendilerini ifade eden yargı, kulaklarını tıkıyor. Kulaklarını tıkayan, duymayan, görmeyen bu insanların “vicdan”, “yaşama hakkı” sorunları yok mu?
* * *
Ali İsmail Korkmaz, 19 yaşında, hayata sevgiyle bakan bir üniversite öğrencisi… Hatay'dan Eskişehir'e gelmiş üniversite öğretimi görüyor. Vicdanı, yüreği olan, haksızlıklara hayır diyen tüm genç insanlar gibi Gezi Parkı eylemlerine katılıyor. Eylemler sırasında bir sokakta polisler tarafından hunharca dövülüyor, kırk gün komada kalıyor ve vefat ediyor. Eskişehir Valisi, büyük bir aymazlıkla “arkadaşları yapmıştır” derken, Sayın Başbakan da “polis destan yazdı” diyerek süreci tanımlıyor. Kamera görüntüleri siliniyor, karartmalar yapılıyor. Bunlara rağmen namuslu yargı insanlarının, ailesinin ve demokratik güçlerin baskısıyla polisler yargılanabilir hale geliyor. Mahkeme Kayseri'ye alınıyor. 3 Şubat 2014 günü Kayseri'de duruşması vardı. Ülkenin vicdanlı insanları, Kayseri'de Hataylı halk çocuğunun katillerinin yargılanmasını izlediler, suçluların cezalandırılmasını talep ettiler. Ali'nin annesi bir “onur abidesi” gibi mahkeme salonunda Ali'yi öldürenlerin karşısındaydı. Hürriyet gazetesi yazarı Ahmet Hakan, 4 Şubat 2014 günü köşesinde “Ali İsmail Korkmaz/Katiller Korkar” şeklinde haykırarak “… Dün hepimiz 19 yaşında öldürülmüş gibi olduk. Acın acımız oldu. Ailen ailemiz oldu. Annen annemiz oldu. Baban babamız oldu. Kardeşlerin kardeşlerimiz oldu. Davan davamız oldu. Katillerin katillerimiz oldu” ifadeleriyle, ortak insanlık vicdanının sesini ortaya koyuyordu, tıpkı Hrant Dink'in kaybı sonrası ortaya çıkan ortak acı gibi… Bu ülke artık katilin sağcısı solcusu, polisi, dincisi olmaz, katil katildir… noktasına ne zaman gelecek? Bu sorunun yanıtı artık net bir şekilde verilmelidir…
* * *
17 Aralık süreci ile birlikte ülke adeta alabora oldu. Yargı, emniyet tam bir kaos içine girdi… Bir taraftan devlette yolsuzluk var diyen Cemaat ve onun yayın organı gibi işlev gören “Zaman, Bugün, Taraf” gazeteleri. Diğer taraftan, bu süreci “paralel devlet” yapılanması ve “darbe” olarak gören siyasal iktidar ve sözcülüğünü yapan “Sabah, Star, Yeni Şafak” gazeteleri. Bu iki anlayış dışında “yolsuzluğa da hayır” diyen, “paralel yapılanmaya da hayır” diyen sosyal demokratlar ve solcular var. 10 yıl boyunca laik-demokratik Cumhuriyet değerlerini yok eden iki yapının kapışması, ülkede “hukuk devleti” olma anlamında çok ciddi sorunların varlığını işaret ediyor. Yatak odalarında bulunan paralar, para sayma makineleri, Sabah-ATV satışı için iktidara yakın işadamlarından para toplanılması, yolsuzluk soruşturması yapan savcıların anında görevden alınmaları, basına sızan telefon görüşmeleri vb. çok sayıda örnek, yolsuzluklarla ilgili önemli fikirler veriyor. Kamuoyunda Cemaat olarak adlandırılan yapıyı emniyete ve yargıya teslim eden, eğitimi dinselleştiren bu siyasal iktidar değil mi? Yine bu kadrolarla binlerce insanı sahte delillerle hapishanelerde çürüten, ülkede bir korku kültürü üreten ve vicdanları karartan bu siyasal iktidar değil mi?

Ve akademisyenler… Disiplin yönetmelikleriyle düşünce özgürlükleri sınırlandırılmaya çalışan akademisyenler. Bugün onlar yayınladıkları bildiride (Radikal 6.02.2014) “…Cadı avı gibi toptan şekilde, sebep ve gerekçe gösterilmeksizin binlerce kişinin görev yerlerinin değiştirilmesi, duruma atfedilen suçlamayla uyuşmayan bir çözümdür ve yeni mağdurlar yaratmaya mahkûm bir hukuksuzluk örneğidir. Hiçbir siyasi iktidarın, bir yandan kendisine yönelik yolsuzluk soruşturmalarından ve bir yandan da devlet içi ortağından kurtulmak için tüm ülkeyi hukuki, siyasi ve ekonomik bir açmaza sürüklemeye hakkı yoktur… İnanıyoruz ki hukukun üstünlüğü ilkesi, demokrasinin de, hak ve özgürlüklerin de, eşitlik ve adaletin de en önemli güvencesidir. Hukuk devleti ilkesinin askıya alınması ve üstelik kanunlara da dayanmayan bir 'istisnailik durumunun' ilan edilmesi, yasama ve yargı kuvvetlerinin yürütme tarafından yutulduğu bir kuvvetler birliğine doğru hızlı bir gidişin tehlikesini barındırmaktadır” ifadeleriyle hukuk devleti talebini seslendirmektedirler.

Şimdi söz yurttaşlarda… 30 Mart'ı bir demokrasi şölenine dönüştürüp “temiz toplum, hukuk devleti” talebiyle ülkenin önünü açabilir. 30 Mart seçimlerinin, Ahmet'in, Mehmet'in belediye başkanı olması dışında artık böyle bir anlamı var. Zamanın ruhu bunu söylüyor. Ne dersiniz?