10'A KARŞI ” BİR REY ” İLE KABUL EDİLMİŞTİR

7 Mart 2010 günü Türkiye Felsefe Kurumunun hazırladığı Felsefe Olimpiyatları yarışmasına, Özel İzmir Amerikan Lisesi’nde, Türkiye genelinden 455, Ege Bölgesi’nden 74, Manisa’dan 13 okulun öğrencileri katıldı. Manisa’dan katılan 13 okul öğrencisinden biri Manisa birincisi oldu. Fatih Anadolu Lisesi’nden, öğrencim Sevgili Mert Dalgıç Manisa birincisi oldu. Tebrik ediyorum Sevgili Mert’i ve onun danışman öğretmeni Seyit Alper Eren’i. Mert’e birincilik kazandıran yazısını paylaşmak istiyorum bu hafta sizlerle.

Aristo demokrasiyi yermekte haksız değildi belki de. Çünkü ona göre demokrasi Nietzsche’de de bol olarak gördüğümüz söylem olan “ayaktakımı” rejimiydi. Demokrasi 10 cahilin 1 bilgeyi ezdiği rejimdi.
Platon “Devlet”inde yöneticilerin filozoflardan seçilmesi gerektiğini söylerken de bunu düşünüyordu. Hocası ve tarihin en bilge kişisi olarak adlandırabileceğim insan olan Sokrates böyle bir ayaktakımının kararıyla zehri içmeye(idama) mahkûm edilmiştir.
Elbette yalnızca yazılmış olanlardan, eskilerden örnek vermek değerli olsa da Montaigne’in “Denemeler” adlı eserinde belirttiği gibi “kendi köyümüzün” örneklerine de değer vermeliyiz. Montaigne, insanların “bunu duydum” dediğine inanmaması; ancak “bunu okudum” dediğine inanmasını eleştirir. Ama bu insanlar dilden dile dolaşan efsanelere, mucizelere görmemelerine rağmen inanmıyorlar mıydı?
Varacağımız sonuca gelirsek: Yakın Çağ’da da insanlar demokrasiyi istemiyor diye demokrasiyi ortadan kaldırmak mı gerek? Tabii ki “hayır” olmalıdır bu sorunun yanıtı. Öncelikle kişilerin “birey” olup olmadığı değerlendirilmelidir.
Kişiler körü körüne bir şeylere inanıyorsa burada bir durup düşünmek gerekir. Nitekim Galileo “Dünya dönüyor.” dediğinde Katolik Kilisesi ve yandaşları onu idama sürüklemek istememiş miydi? (Tabii engizisyonda yargılanırken canını kurtarmak için kilisenin dediğini evet’lese de mahkemeden çıkarken eliyle Dünya’nın dönüyor olduğunu gösteren bir hareket yapmıştır Galileo.)
Böylece yargının da “hukuk kurallarına” ne kadar bağlı olması gerektiğini anlayabiliyoruz. Gerçi Galileo’nun durumuna 21. yüzyılda gelen Papa bile “idam kararı doğrudur.” diyebiliyorsa dinin ne kadar insanlık dışı yönlerinin olduğunu da görebiliriz.
Anarşizm öğretisi iyice irdelendiğinde insanların eşitliği konusu iyi anlaşılabilir. Anarşistler insanların eşitliğini savunurken George Orwell’ın “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört” adlı romanında Yenikonuş sözlüğündeki anlamında eşitliği kastetmiyordu. Onlar her insanın kendine özgü nitelikleri olduğunu; ancak hukuki olarak(onların söylemiyle vicdani olarak) eşit olduğunu kastediyorlardı.
Burada dikkat çeken konu “her insanın kendine özgü nitelikleri olduğu”, yani nadir, biricik olduğudur. Tabii yine anarşizmde herkesin “birey” olabildiği düşünülür. Denir ki o bir ütopyadır, asla gerçekleşemez. İşte buna karşı ben de derim ki gerçekleşmiş ve uygulanıyor olsa da gerçek anlamda bir demokrasi de ütopyadır.
Şu anda Dünya’nın hangi ülkesinde gerçekten tüm toplum salt “bireylerden” oluşuyor? “Hiçbirinde.” diye bir yanıt geliyor direkt olarak beynime, kulaklarıma uğramaksızın.
İnsanlık tarihi boyunca bu böyle olagelmiştir. Ütopyalar kitaplarda hapsolmuş ve distopya adını alarak üniversitelerde ders olarak okutulmaya yüz tutmuştur.
Nereye gidiyoruz peki? Mutlakıyetler, oligarşiler, demokrasiler… Ne zaman insanların çoğu doğruyu anlayabilecek? Bir komünist geliyor ve “Sosyalist devlet oluşup insanlar zamanının çoğunu kültürel uygulamalara ayırdığı zaman.” diyor. Ben de kovalıyorum onu ve Stalin’i gösteriyorum. “Beyaz Rusları öldürüşü tam bir sanattı!” diyorum.
Çağımızın en çok sorulan sorusu geliyor sonra: “Karışık bir demokrasi mi, adil bir monarşi mi?” Buna herkes bir yanıt veriyor. Platon kesinlikle filozof bir monarkı isterdi başında. Belki de kendisi monark olmak isterdi. Fransa’da ihtilal döneminde yaşayan bir Cumhuriyetçi de “halk, egemenlik…” derdi. Mustafa Kemal’i bir düşünce adamı olarak ele alırsak Fransız devrimciler gibi “Egemenlik, kayıtsız şartsız ulusundur.” demişti ve bunu tekrar ederdi. Hâlâ teokratik bir yönetim isteyen “bireyler” var mıdır? Emin değilim ve bundan dolayı yorumsuz geçmeyi tercih ediyorum.
O kadar çok şey dendi ki bana söyleyecek bir şey kalmadı. Gerçi söylesem de azınlıkta kalır ve doğru söylediğimi yanlış yorumlarlar. Bob Dylan da Amerikan başkanına suikastı gerçekleştirenlerle benzer duyguları paylaştığını söylediğinde böyle olmamış mıydı?
Dönüp dolaşıp Nietzsche’nin “ayaktakımı”na geliyoruz. “Birey” olamamış insanlara… Daha doğrusu insan olamamış insan görünümlü yaratıklara. Onlar der Nietzsche, işi olmayanlardır. İşi olanları konuşur, dedikodu ederler. Bu tip insanlarla kurulan demokrasiden ne bekleyebiliriz ki?
Kimse olamaz Hakan Günday’ın Zargana’sı gibi. 12 yaşında tecavüze uğrayıp duyarsızlaşmak mı gerekir “üstinsan” olabilmek için? Evet. Zaten filozof da yaşadığı çağda anlaşılamaz ki. İki kuşak sonrasının insanıdır filozof. Doğruyu bilir; ancak anlaşılamaz. Onun anlaşılamaması ergenlik çağındaki birinin “Kimse beni anlamıyor.” demesi kadar basit değildir.
Filozof, Sokrates’in dediği gibi olmalıdır belki de: “Normal insanlar gibi yaşamalı; ancak tutkuları ve istekleri sıradan birininki kadar basit olmamalıdır.” Buna örnek olarak; Thales’le halkın alay edişini, fakirliğiyle yerilmesini ve bunun karşılığında yıldızların hareketinden gelecek yılın zeytin hasatının yüksek olacağını hesaplayan Thales’in tüm zeytin basacaklarını satın alıp zengin oluşunu gösterebiliriz. Filozofun istekleri maddi değildir. O, başka şeyler ister
Bertrand Russell’in “Batı Felsefesi Tarihi” eserinde dediğinden yola çıkarsak gerçek bilge Hindistan’da yaşayanlar değildir. Onlar kendilerini inzivaya çekerek mutlu olduklarını savunurlar, fakirdiler ve halk arada bir ihtiyaçlarını karşılar. Gerçek bilge Sokrates gibi halkın içinde olmalıdır.
Yine filozofların kendi döneminde anlaşılmaması bir örnek de Sokrates’in “Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir.” sözüne karşılık Karneades’in “Hiçbir şey bilip bilmediğini de bilemezsin.” demesidir. Tabii Gorgias’ın da “Hiçbir şey yoktur, olsa da bilemeyiz, bilsek de öğretemeyiz.” demesi de bununla bağlantılıdır.
Ortaçağ’da da birçok din etkili filozof ortaya çıkmış, din ile felsefeyi birbirine bağlamaya çalışmışlardır. Oysaki felsefe zaten insan aklının ürünü değil miydi, mitlerden sıkılmamış mıydı insanlar? Elbette ki sıkılmışlardı. Hıristiyanlığın eski Mısır mitleriyle bağlantılı olduğunu “Zeitgeist” adlı belgeselde görebiliriz. Orada İsa’nın asla var olmadığı anlatılıyor olsa da İsa’nın gerçekte var olup olmadığı önemli değildir. Önemli olan kültürü nasıl etkilediğidir. Rönesans’a kadar kilise baskısında bir felsefe olduğunu göz önüne alırsak nasıl etkilediği açıktır. Her ne kadar o dönemin düşünürleri de önemli görülse de direkt dine odaklı bir düşünce yapısı Heraklitus’un “Altın arayanlar; çok kazarlar, az bulurlar.” sözüne aykırıdır. Belki de suç düşünürlerin değil, toplumundu. Ya da kilisenindi. İnsanların doğru bildiklerini istemeyen kilisenin… Bir çeşit rant meselesiydi bu. Günümüzde de devam ediyor; ancak rolleri farklı kişiler ya da kurumlar paylaşıyor.
İnsanların koyunlaştırılmaya çalışıldığı bir çağ içinde yaşıyoruz. Bunun için de eğitim ve öğretimde düşünmeyi engelleyecek şeylerle insanlar uğraştırılıyor. Tek tip insan düşüncesi giyim kuşamla, saç başla oluşturulmaya çalışıyor ve 18 yaşına gelen bir kişi yaşama atıldığında sudan çıkmış balığa dönüyor.